Prag’a Gi-de-me-mek
22 Ağustos
Bilen bilir, bu tatilin atan kalbi “Prag” dı aslında. Bir heyecan, bir heyecan. Velhasıl, Prag’a gitmek her babayiğidin harcı değilmiş, bunu öğrendik. Buyrun buradan okuyun:
Hikayeye başından başlamak gerek. Tatil planı yapıyorum. Vizeler, dilekçeler, doldurulan formlar, bankaya yatırılan paralar, pasaport fotokopileri, randevular, uçak, tren, hostel, otobüs rezervasyonları…
Shengen alındı, suratta bir mutluluk, keza Macar vizesi de alındı, vücutta bir rahatlama, Çek –üstün ülkesi- için hostel ayırtıldı. İzmir’de işten izin alındı Ankara’ya gidildi ve tüm Avrupa ülkelerinin kabul ettiği sigorta şirketini kabul etmeyen Çek Elçiliği ilk cinsliğini koydu. İkinci cinsliği ise otel rezervasyonunun mail çıktısı değil fax olmasını arzulamasıydı. Prag’dan istettim, yolladılar, kolay iş. Pasaportu Ankara’da bırakıp İzmir’e dönmek zorunda kaldım. Yeni bir sigorta, belgelerin kargolanması, araya giren arkadaşlar, Cevahir, Güçlü, birisinin götürüp birisinin vizeyi alıp bana geri yollaması. Ayrıntıları kısa geçiyorum. Cümlemiz için bir ton enerji kaybı…
Şimdi burada Budapeşte’de bir saatlik bir kuyruk sonrası Prag için tren biletini almayı başardım. Sabah dört gibi uyanıp tren istasyonunu bulup bir kompartımana yerleştim. Keyfime diyecek yok (merak etme birazdan diyecekler…). Bir saat kadar gittik gitmedik polis beyler ülkeye geçiş yapamayacağımı çünkü Slovakya vizem olmadığını, sınırdan geri dönmemi ve transit vize almam gerektiğini söylediler. Bu ülkeler neden ayrıldı acaba? Buldum; çifter çifter farklı problemler çıkartmak için. Zaten Prag’a öğleden sonra ulaşacağım için biraz mutsuzum sabahı kaçırıyorum diye, bunlar beni bir gün sonrasına atmaya çalışıyorlar. Polis aldı pasaportumu attı cebine, sınırda in dedi ve gitti. Gayet net. Allahtan biletçiye biletimi damgalatmamayı başardım da o yanmadı.
Sınırdaki polislerle de tarzanca anlaşıp bir takım Macarca kağıtlar imzaladıktan sonra neden bilmem gerisin geri tekrar Budapeşte’ye doğru bindiğim tren, sabah trene bindiğim istasyonda değil de başka bir istasyonda durdu. Tabi bunu algılamam zaman aldı. Daha iki saat önce orada olan ‘information’ yok, yerine cafe açılmış. Hayal mi görüyorum? Sanırım artık kafama vurdu. Tepeme üşüşen taksicilerden kurtulmam da biraz zaman alıyor, çünkü Slovakya elçiliğine gitmek için bir servet istiyorlar. Ben kendim giderim lan diyerek açıyorum çarşaf gibi haritamı önüme, sırtımda eşek ölüsü çantam ve ilk istikamet önce merkez istasyon.
Beş gündür Budapeşte’nin tüm otobüs, metro ve tramwaylarında biletsiz beleşe gezmişim, bakıyorum kontrolör adamlar var, bilet alıyorum ama bakmıyorlar diye basmıyorum. Hiç olmayan şey: çıkışta kontrol var. Ne kadar salağa da yatsam kadını ikna edemiyorum. Şimdi ödemezsem polisi çağıracağını, sonra beş katını ödemem gerektiğini söylüyor, pasaportumu istiyor, alıştım artık… Uzatmıyorum, hemen ödüyorum. Ceza çok değil. Üç günlük turistik toplu taşım kartı almanı istiyorlar senden. İyi de teyze, ben birazdan ülkeyi terk edeceğim. Ne gerek vardı? Sırtımdaki çanta giderek ağırlaşıyor sanki. Gerekli otobüsü bulup biniyorum. Yine Macar halkıyla tarzanca anlaşarak bir şekilde koştura koştura elçiliği buluyorum. Saat 11:30 olmuş bile. Prag’a bir dahaki tren 14:30’da, yetişirim herhalde, alt tarafı bir transit vize alacağım.
Zili çalıyorum. İçerideki ses yandaki panodan yeni adresi alıp oraya gitmem gerektiğini, vize işlemlerinin artık buradan yapılmadığını söylüyor. Sinirden gözlerim doluyor artık. Elimdeki haritayı oradaki haritaya uydurmaya çalışıyorum. İçeriden bir kadın çıkıyor. Tek kelime İngilizcesi yok. Fakat 7 numaralı otobüse binip son durağa kadar gitmem gerektiğini anlıyorum. Haritaya bakacak vakit yok, saat 11:35 olmuş ve vize işlemi 12’de bitiyor. Yoksa yarına kalacak. Eyvah diyerek oradan uzaklaşıyorum. 7 numaraya biniyorum. Dünyanın bir ucuna gidiyor… Alakasız bir yerde iniyorum, gözlerime dolan yaş, kahkahalar olarak bedenimden çıkıyor. Nedir bunca zorluk anlamıyorum. Bir gece önce Mehmet’in telefonda Prag’a gideceğimi söylediğimde yanıt olarak verdiği ‘sakın hostelde kalma’ lafı çınlıyor kulaklarımda. Niye diye sorduğumda herkes birbirini öldürüyordu hostelde diye cevap veriyor.. Oysa ki ne şeker bir hostel bulmuştum kendime. Belki de bir şeyi bu kadar zorlamamak gerekiyor.
Skerim Prag’ını diyip Melinda’ya ben iki gün daha sende kalabilir miyim diye mesaj çekiyorum. Hazır üç günlük kartım da var. Hem Budapeşte de beni sevdi.
Prag’a beni kendileri davet edinceye kadar gitmeyi düşünmüyorum. Mina Urgan da sıçarım Amerikasına diyip gitmemiş, bir edebiyat konferansına davet edildiği zaman gitmişti. Belki beni de 70’imden sonra birileri davet eder. Kim bilir??
Sevgi Saygı
Yasemin.
Bilen bilir, bu tatilin atan kalbi “Prag” dı aslında. Bir heyecan, bir heyecan. Velhasıl, Prag’a gitmek her babayiğidin harcı değilmiş, bunu öğrendik. Buyrun buradan okuyun:
Hikayeye başından başlamak gerek. Tatil planı yapıyorum. Vizeler, dilekçeler, doldurulan formlar, bankaya yatırılan paralar, pasaport fotokopileri, randevular, uçak, tren, hostel, otobüs rezervasyonları…
Shengen alındı, suratta bir mutluluk, keza Macar vizesi de alındı, vücutta bir rahatlama, Çek –üstün ülkesi- için hostel ayırtıldı. İzmir’de işten izin alındı Ankara’ya gidildi ve tüm Avrupa ülkelerinin kabul ettiği sigorta şirketini kabul etmeyen Çek Elçiliği ilk cinsliğini koydu. İkinci cinsliği ise otel rezervasyonunun mail çıktısı değil fax olmasını arzulamasıydı. Prag’dan istettim, yolladılar, kolay iş. Pasaportu Ankara’da bırakıp İzmir’e dönmek zorunda kaldım. Yeni bir sigorta, belgelerin kargolanması, araya giren arkadaşlar, Cevahir, Güçlü, birisinin götürüp birisinin vizeyi alıp bana geri yollaması. Ayrıntıları kısa geçiyorum. Cümlemiz için bir ton enerji kaybı…
Şimdi burada Budapeşte’de bir saatlik bir kuyruk sonrası Prag için tren biletini almayı başardım. Sabah dört gibi uyanıp tren istasyonunu bulup bir kompartımana yerleştim. Keyfime diyecek yok (merak etme birazdan diyecekler…). Bir saat kadar gittik gitmedik polis beyler ülkeye geçiş yapamayacağımı çünkü Slovakya vizem olmadığını, sınırdan geri dönmemi ve transit vize almam gerektiğini söylediler. Bu ülkeler neden ayrıldı acaba? Buldum; çifter çifter farklı problemler çıkartmak için. Zaten Prag’a öğleden sonra ulaşacağım için biraz mutsuzum sabahı kaçırıyorum diye, bunlar beni bir gün sonrasına atmaya çalışıyorlar. Polis aldı pasaportumu attı cebine, sınırda in dedi ve gitti. Gayet net. Allahtan biletçiye biletimi damgalatmamayı başardım da o yanmadı.
Sınırdaki polislerle de tarzanca anlaşıp bir takım Macarca kağıtlar imzaladıktan sonra neden bilmem gerisin geri tekrar Budapeşte’ye doğru bindiğim tren, sabah trene bindiğim istasyonda değil de başka bir istasyonda durdu. Tabi bunu algılamam zaman aldı. Daha iki saat önce orada olan ‘information’ yok, yerine cafe açılmış. Hayal mi görüyorum? Sanırım artık kafama vurdu. Tepeme üşüşen taksicilerden kurtulmam da biraz zaman alıyor, çünkü Slovakya elçiliğine gitmek için bir servet istiyorlar. Ben kendim giderim lan diyerek açıyorum çarşaf gibi haritamı önüme, sırtımda eşek ölüsü çantam ve ilk istikamet önce merkez istasyon.
Beş gündür Budapeşte’nin tüm otobüs, metro ve tramwaylarında biletsiz beleşe gezmişim, bakıyorum kontrolör adamlar var, bilet alıyorum ama bakmıyorlar diye basmıyorum. Hiç olmayan şey: çıkışta kontrol var. Ne kadar salağa da yatsam kadını ikna edemiyorum. Şimdi ödemezsem polisi çağıracağını, sonra beş katını ödemem gerektiğini söylüyor, pasaportumu istiyor, alıştım artık… Uzatmıyorum, hemen ödüyorum. Ceza çok değil. Üç günlük turistik toplu taşım kartı almanı istiyorlar senden. İyi de teyze, ben birazdan ülkeyi terk edeceğim. Ne gerek vardı? Sırtımdaki çanta giderek ağırlaşıyor sanki. Gerekli otobüsü bulup biniyorum. Yine Macar halkıyla tarzanca anlaşarak bir şekilde koştura koştura elçiliği buluyorum. Saat 11:30 olmuş bile. Prag’a bir dahaki tren 14:30’da, yetişirim herhalde, alt tarafı bir transit vize alacağım.
Zili çalıyorum. İçerideki ses yandaki panodan yeni adresi alıp oraya gitmem gerektiğini, vize işlemlerinin artık buradan yapılmadığını söylüyor. Sinirden gözlerim doluyor artık. Elimdeki haritayı oradaki haritaya uydurmaya çalışıyorum. İçeriden bir kadın çıkıyor. Tek kelime İngilizcesi yok. Fakat 7 numaralı otobüse binip son durağa kadar gitmem gerektiğini anlıyorum. Haritaya bakacak vakit yok, saat 11:35 olmuş ve vize işlemi 12’de bitiyor. Yoksa yarına kalacak. Eyvah diyerek oradan uzaklaşıyorum. 7 numaraya biniyorum. Dünyanın bir ucuna gidiyor… Alakasız bir yerde iniyorum, gözlerime dolan yaş, kahkahalar olarak bedenimden çıkıyor. Nedir bunca zorluk anlamıyorum. Bir gece önce Mehmet’in telefonda Prag’a gideceğimi söylediğimde yanıt olarak verdiği ‘sakın hostelde kalma’ lafı çınlıyor kulaklarımda. Niye diye sorduğumda herkes birbirini öldürüyordu hostelde diye cevap veriyor.. Oysa ki ne şeker bir hostel bulmuştum kendime. Belki de bir şeyi bu kadar zorlamamak gerekiyor.
Skerim Prag’ını diyip Melinda’ya ben iki gün daha sende kalabilir miyim diye mesaj çekiyorum. Hazır üç günlük kartım da var. Hem Budapeşte de beni sevdi.
Prag’a beni kendileri davet edinceye kadar gitmeyi düşünmüyorum. Mina Urgan da sıçarım Amerikasına diyip gitmemiş, bir edebiyat konferansına davet edildiği zaman gitmişti. Belki beni de 70’imden sonra birileri davet eder. Kim bilir??
Sevgi Saygı
Yasemin.
Yorumlar