Fareler ve İnsanlar
2 Eylül
En son hatırlarsanız arkadaşın evinde yakışıklı conilerin arasına yerleştim diye yazmıştım Delft denen illet küçük kasabada.
Efendime söyleyeyim, anlatmaya şöyle başlayayım:
Gece dışarı çıkasım gelmedi, çok yorgundum. Perdeler açık, gözüme de bant koydum şu uçakta verilenlerden ki ışık gelmesin, rahatsız edip uyandırmasın. Nitekim çok uykum var. Frankfurt ve üstüne Rotterdam yormuş bünyeyi.
Gecenin bir körü bir sey geçti içimden sanki, huylandım, uyandım, koluma baktım yok birşey... Diğer tarafıma döndüm maşallah mışıl mışıl uyuyorum. Sabaha doğru bu sefer de bacağımın içinde birşey hissettim, kımıl kımıl, pijamamın içine ellerimi soktum, bir engele rastlamadı. Dedim neler oluyor. Gözlerimi açmamın vakti geldi. Gözümü açtım, yatağın içine baktım, yorganı kaldırdım ve ayaklarıma kadar uzandı bakışlarım. O da ne???
Minik bir fare....
Evet evet fare, pırrrrr diye yataktan fırladı, şömineye kaçtı gitti.
Tuhaf bir duygu kapladı bedenimi. Sadece “aggggyyy” benzeri bir ses çıktı ağzımdan ve sonra sustum. Aptallaştım bir süre. Çevreme bakındım boş gözlerle. Ne yapacağımı bilemedim. Kimseyi tanımıyorum diye evdekileri de uyandıramıyorum.
Birden giysilerimi çıkarmak aklıma geldi. Belki hala içimde bir tanesi volta atıyordur.
Baktım, temizim. Biraz daha durdum. Olacak gibi değil, yalandan bir çığlık salladım ortaya, evdekiler uyansın diye.
Hiç ses yok.
Sonra bana yardımcı olan coninin kapısını çaldım. “here is a mouse, can you help me” dedim, çocuk “noooo” dedi. Neyse okey dedim ve odaya geri döndüm. 15 dakika sonra geldi coni. Danacık! Yok onu yakalayamayiz cok küçük falan dedi. Gördüm işte, kanepenin altında işte, oralarda dolanıyor.
Türk erkeği olsa böyle mi yapardı, hemen yakalardı valla.
Hollanadalı işte.
Uyuz.
Tek fonksiyonları göze hoş görünmek...
Evde ordan oraya dolanırken gözümüzün önünde farecik -bir de sevimli birşey ki insan kıyıp da öldüremez- benim odadan çıkıp koridorda bir turlayıp oğlanın odaya girdi.
Böylece olay benim problemim olmaktan çıkıp evin problemi haline geldi ki çooook sevindim. Ben kapımı kapadım ve direk konferansa gittim.
Gezisiydi konuşumasıydı kokteyliydi derken akşam saat 8 oldu ve o saatte nereye ne ayarlayayım başka.
Burdaki anahtarı aldığım Türk coçuğa bir mesaj çektim, kalacak yer biliyor musun diye, cevap yazmış; geçelenlerde onlarda da çıkmış orada çok varmış (yandık!!), sonuçta ben eve geri döndüm. Kimse var mı yok mu bilmiyorum. Ertesi güne sunuş var. Daha edit edilmesi gereken yerler var -işimi son güne bırakmazdım, ben ne oldu bana-.
Bir mekanizma düşünmeliyim. Çevreme bakınıyorum. Yatak var. Bir daha orda yatamam. Masa var. Perde var. Sehpa var. Televizyon var... Masa var. Masa var. Masa var. Beynim olduğundan hızlı çalışmaya başlıyor. Odanın ortasına çekiyorum. Dört tane kova bulup içine su dolduruyorum. Ayaklarını kovaya sokuyorum. Masanın ayaklarını yapışkanı dışta kalacak şekilde bantla çeviriyorum.
Farecik yüzmeyi başarıp da ayaklardan yukarı çıkmaya calışırsa yapışsın diye...
Sonra aklıma dahiyane başka bir fikir geliyor. Kağıdı yelpaze gibi katlayıp çizgilerinden yer yer yırtıp dışa doğrı kıvırarak masanın ayaklarına etek gibi geçiriyorum ses olsun diye.
Mekanizma üzerine mekanizma. Neyse, yattım uyudum sonuçta. Buna uyku denebilirse. Sabaha da sunum var.
Bu kadar...
En son hatırlarsanız arkadaşın evinde yakışıklı conilerin arasına yerleştim diye yazmıştım Delft denen illet küçük kasabada.
Efendime söyleyeyim, anlatmaya şöyle başlayayım:
Gece dışarı çıkasım gelmedi, çok yorgundum. Perdeler açık, gözüme de bant koydum şu uçakta verilenlerden ki ışık gelmesin, rahatsız edip uyandırmasın. Nitekim çok uykum var. Frankfurt ve üstüne Rotterdam yormuş bünyeyi.
Gecenin bir körü bir sey geçti içimden sanki, huylandım, uyandım, koluma baktım yok birşey... Diğer tarafıma döndüm maşallah mışıl mışıl uyuyorum. Sabaha doğru bu sefer de bacağımın içinde birşey hissettim, kımıl kımıl, pijamamın içine ellerimi soktum, bir engele rastlamadı. Dedim neler oluyor. Gözlerimi açmamın vakti geldi. Gözümü açtım, yatağın içine baktım, yorganı kaldırdım ve ayaklarıma kadar uzandı bakışlarım. O da ne???
Minik bir fare....
Evet evet fare, pırrrrr diye yataktan fırladı, şömineye kaçtı gitti.
Tuhaf bir duygu kapladı bedenimi. Sadece “aggggyyy” benzeri bir ses çıktı ağzımdan ve sonra sustum. Aptallaştım bir süre. Çevreme bakındım boş gözlerle. Ne yapacağımı bilemedim. Kimseyi tanımıyorum diye evdekileri de uyandıramıyorum.
Birden giysilerimi çıkarmak aklıma geldi. Belki hala içimde bir tanesi volta atıyordur.
Baktım, temizim. Biraz daha durdum. Olacak gibi değil, yalandan bir çığlık salladım ortaya, evdekiler uyansın diye.
Hiç ses yok.
Sonra bana yardımcı olan coninin kapısını çaldım. “here is a mouse, can you help me” dedim, çocuk “noooo” dedi. Neyse okey dedim ve odaya geri döndüm. 15 dakika sonra geldi coni. Danacık! Yok onu yakalayamayiz cok küçük falan dedi. Gördüm işte, kanepenin altında işte, oralarda dolanıyor.
Türk erkeği olsa böyle mi yapardı, hemen yakalardı valla.
Hollanadalı işte.
Uyuz.
Tek fonksiyonları göze hoş görünmek...
Evde ordan oraya dolanırken gözümüzün önünde farecik -bir de sevimli birşey ki insan kıyıp da öldüremez- benim odadan çıkıp koridorda bir turlayıp oğlanın odaya girdi.
Böylece olay benim problemim olmaktan çıkıp evin problemi haline geldi ki çooook sevindim. Ben kapımı kapadım ve direk konferansa gittim.
Gezisiydi konuşumasıydı kokteyliydi derken akşam saat 8 oldu ve o saatte nereye ne ayarlayayım başka.
Burdaki anahtarı aldığım Türk coçuğa bir mesaj çektim, kalacak yer biliyor musun diye, cevap yazmış; geçelenlerde onlarda da çıkmış orada çok varmış (yandık!!), sonuçta ben eve geri döndüm. Kimse var mı yok mu bilmiyorum. Ertesi güne sunuş var. Daha edit edilmesi gereken yerler var -işimi son güne bırakmazdım, ben ne oldu bana-.
Bir mekanizma düşünmeliyim. Çevreme bakınıyorum. Yatak var. Bir daha orda yatamam. Masa var. Perde var. Sehpa var. Televizyon var... Masa var. Masa var. Masa var. Beynim olduğundan hızlı çalışmaya başlıyor. Odanın ortasına çekiyorum. Dört tane kova bulup içine su dolduruyorum. Ayaklarını kovaya sokuyorum. Masanın ayaklarını yapışkanı dışta kalacak şekilde bantla çeviriyorum.
Farecik yüzmeyi başarıp da ayaklardan yukarı çıkmaya calışırsa yapışsın diye...
Sonra aklıma dahiyane başka bir fikir geliyor. Kağıdı yelpaze gibi katlayıp çizgilerinden yer yer yırtıp dışa doğrı kıvırarak masanın ayaklarına etek gibi geçiriyorum ses olsun diye.
Mekanizma üzerine mekanizma. Neyse, yattım uyudum sonuçta. Buna uyku denebilirse. Sabaha da sunum var.
Bu kadar...
Yorumlar