Türkiye Tatili Sonrası Avustralya’ya Dönüş
Geride kalanlar kusura bakmasın ama, o
nasıl bir iki aydı öyle? (15
Haziran-15 Ağustos 2017)
Türkiye'ye gittiğimde tam dizilerin
bitiş sezonuydu, herkesin birkaç dizisi var malum, millet ordaki olaylardan
karakterlerden bahsediyor, tabi sohbete ortak olamıyorsunuz böyle takip
etmeyince de. Nasıl güzel mi ben de izleyeyim mi diye sorunca da, aman aman
yok, hiç güzel değil, klasik Türk dizisi, biz başladık bi kere izliyoruz işte
yanıtı geliyor.
Gündemi en meşgul eden şey ana
muhalefet partisinin liderliğini geçtim, yetmişine merdiven dayamış, çok da
sportifliğiyle ünlü olmayan bir beyefendinin ‘adalet’ için şehirler arası
yürüyor olmasıydı. Artık ülkede adalet nerede nasıl kaybedildiyse, yollarda
aranıyordu siz düşünün.
Bu iki ayda neler olmadı! Geldiğimin
birkaç gün sonrasında, çocuklar havuzda boğuluyor diye havuza bir baba ve oğlu
atladı ve hepten hepsini elektrik akımından kaybettik. Aradan birkaç gün
geçmedi ki, bir kadın foseptik çukuruna düştü, ardından onu kurtarmaya deliğe
bir komşusu atladı, o da çıkamayınca iki kişi daha atladı. Burada en kötü şey
ne biliyor musunuz? Yardım etmeye inen kişilerin, tam da tabiri caizse ‘bok
yoluna gitmesi’. Hepsini kaybettik. O kadar acı ki! Neresinden baksan ayrı
vicdan azabı!
1 Temmuz geldi, Datça’dayım. Heyooo!
Kabotaj Bayramı kutlanacak. Herkes sahilde, çoluk çocuk… Arkadaşlarla tepelerde
bir yer bulmuşuz, limanı izliyoruz, her sene aynı coşku. Yüzme yarışları,
dipten tabak çıkarma ve sonunda en zevklisi yağlı direk. Dipten dalmadayız, gençler atladı, en
uzun kim gidecek, bir kafa çıktı, diğeri çıktı, birileri daha çıktı, heyecan
dorukta, herkes bekliyor, off diyorlar en sonuncu ne kadar da uzun gitti, ha
çıktı ha çıkacak derken, bir anda liman karışıyor, herkes bağırmaya başlıyor ve
limandaki kotraların birinin dibinden oğlanın ağzından köpükler fışkırırken
denizden çıkarılan bedenini görüyoruz. Ambulaaans diye bağırıyor birisi. Oysa
ki yarım saat önce iki adım ötedeydi ambulans, bildiğin 10 metreden
bahsediyorum, hemen kenarda bekliyordu. Yok! Ambulans gitmiş! Sağlık ekipleri
yok, kimse yok! İlk yardım bilen birkaç kişi koşturuyor limana. Küçücük beldedeki
o gün orada beklemesi gereken ambulans tam yirmi dakika sonra geliyor. Benim
gözümden yaşlar boşanıyor bu arada. Bu kadar ucuz mu insan hayatı? Daha
ömrümüzün baharında, gencecikken, bir bayram günü, hep beraber eğlenirken
ölmeyi neden hak ediyoruz? Neden ambulans gitmiş? Neden dipten dalma
yarışmasında dipte bu yarışmacıları kontrol edecek bir dalgıç yok? Neden
limanda hala kotralar duruyor? Belli ki çocuk yüzdü yüzdü ve tam çıkacağı
sırada çıkamadı kafası teknelere çarptığı için. Sorular sorular… Cevaplanmayacak
sorular. Neticede çocuk –çok şükür ki- yaşıyor, bilinci yerine gelmiş, yağlı
direk iptal, herkesin suratında bir ekşi tat, evlere dağılıyoruz. Bayram
kutladık!
İstanbul’u, binlerce yıldır türlü
imparatorlukların göz koyup da alamadığı İstanbul’u seller aldı götürdü. İnsanlar köprülerde mahsur
kaldı, işlerine giderken yüzmek zorunda kaldılar. Sıradan şeyler bunlar...
Sonra bi fırtına koptu, bi dolu çarptı İstabul’u, millet neye uğradığını
şaşırdı, elma büyüklüğünde dolular, camlar panjurlar her şey kırıldı gitti.
Bu arada 400 kilometre yol yürünüp
bitiyor. Adalet bulundu mu? Bilinmiyor. Umuyoruz ki bulunur. Şehit haberleri
gelmeye devam ediyor. Açlık grevindekiler hala aç, açlıklarına dışarıda değil
hapiste devam ediyorlar.
Harun Kolçak vefat ediyor. Densiz
halkımız tabutuyla selfie çektirmek için sıraya giriyor. Bi Metin Hara’dır
gidiyor, o konuyu hiç yakalayamadım, Adriana Lima yakalamış zaten fazla üstüne
gitmedim. MFÖ yeniden hortladı, konserler, turneler... Tarkan yeni albüm yaptı.
Mimarlar Odası Anıtkabir’deki ağaçları neden kestiniz diye sordu. Konuyu
çarpıtmayın yanıtı geldi. Mars ve Güneş’in kavuşması, bunun neden olacağı
enerjideki değişimler üzerine bi haberler çıktı ama kimse sallamadı, O Ses
Türkiye’nin bu sezonki jürisi kim olsun gündem bununla meşguldü. Bu arada Fazıl
Say bir ödül aldı, sevindik. Deniz Seki sonunda hapisten kurtuldu ve
bayrağımızı indirtmeyin, ezanımızı dindirtmeyin diye mesaj yayımladı. Ara ara
kabak tadından çıkıp artık su kabağı tadı vermiş olan Çocuklar Duymasın
dizisinden haberler duyduk, yeniden başlayacakmış, Havuç ödül almış falan…
Bu zaman zarfında Bodrum’da deprem
oldu, Datça da iyi bi sallandı, allahtan kayda değer çok bir şey olmadı. Hafif
atlattık.
Bu arada biz de, bizim evin karşısında
evini pırıl pırıl yeni yapıp bitirmiş ama molozunu, kumunu, artan bilumum
inşaat pisliğini ise yanımızdaki boş araziye yığmış komşunun her rüzgar
estiğinde yandan uçan toprağını, kumunu yiyerek iki ay geçirdik. Gelmeden
önceki son gün de, o günü beklermişçesine, bir işçi tutmuş bahçesinin
çevresindeki dikenleri yoldurup yine bizim yan tarafa attırıyordu. Belediyeyi
arayıp şikayet etmemle babamdan paparayı yemem bir oldu. Kışın burada
değilmişiz, ters gitmeye ne gerek varmış, birilerine kırın şunların camını
dese, camımızı kırarlar, ruhumuz bile duymazmış. Haklı!
İnsanca yaşamayı
geçtim, insanca yaşamayı istemeyi dile getirmekten bile korktuğumuz bir ülke
burası. İşte böyle şeylerin insanın aklının ucuna bile gelmediği, zaten
kimsenin de molozunu senin kapına yığmadığı bir diğer ülke ise
Avustralya.
Biri canım memleketim, biri kendime
memleket yapmaya çalıştığım yer.
Yorumlar