Kayıtlar

Eylül, 2007 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Şehir: İzmir Dil: İspanyolca

Dil kurslarını hep sevmişimdir. Koca bir kepçe şehre rastgele dalar ve içinden karışık bir avuç adam alıp çıkarır, oturtur yanyana bir sınıfta. Ortaya çıkan sahne de genellikle şöyledir: 3-4 orta halli zararsız sesi pek çıkmayan öğrenci tayfası, bunlardan bir ikisi adeta dilini yutmuşçasına öğrenmeye geldiği yabancı dili konuşamadığı gibi kendi dilini konuşurken de sesi pek çıkmaz, 3-4 orta halli iş güç sahibi dansa -izellikle salsa ya da tangoya- merak salmış yaşları 40 ila 50 arasında değişen beyler, bunlardan biri mutlaka göbekli olur ve gevrek gevrek sırıtır, bir diğeri -daha genç olanı- sınıftaki öğrenci kızlara yazılır, 1-2 de güzel olduğu için kendinden emin burnu havada fondötenli genç kız, bunlardan mutlaka birisinin sesi öğrencilerin aksine çok çıkar "past tenseleri işlediniz mi, hayır ben biliyorum da" der. Bana yine yer yok! Bembeyaz inci dişli, sürekli 32 diş gülümseme halinde olan, latin kalçalı Panamalı hocamız ara vermeye karar veriyor. Sıkıcı bir 10 dakika. G

sabah-öğle-akşam

Evden işe gidiş yolunun otobüsünde kendime oturacak yer bulmuşum; mutluyum. Karşılıklı yerleşime sahip olan dörtlülerde pencere kenarındayım. Karşımda bir bayan, yanımda bir erkek, çaprazım boş. Ön kapıya yakın bir yerlerdeyiz. Yanımdaki bey otobüse binen bayanlardan birini tanıyor çıkıyor, buyrun diyor bayana, oturun karşıma. Bayan geri geri gidemeyeceğini belirtince, bey ona kendi yerini verip karşısına oturuyor, bayan da yanıma. İkisi de göze batan bir aşırılığı olmayan, ortalama halim selim insanlar. Muhabbet başlıyor. Bayanın annesi bir hastalıktan dolayı bir sene önce sizlere ömür olmuş. Şimdiki asıl vaka ise kemoterapi tedavisi gören 76 yaşındaki babası. Tüm aile ona bakıyor. Sohbet biraz ilerleyince bizim karşıdaki bey doktorlardan dem vuruyor 'allah bunların eline kimseyi düşürmesin' diyor bayana. ‘Ben sana bir ilaç yazayım bak günde iki kere vereceksin bundan, bir de üç posta vitamin, birşeyciği kalmaz babanın.’ ‘Doktorlar bilmezler bunu, bitkisel bir ilaç bu.’ Çaresi

the city of İstanbul

Deli dolu kaotik İstanbul kentine bir yolculuk daha. Büyük, kirli, karışık, devasa kent İstanbul. Içinde, yaşayanların kaybolduğu, sokaklarında evsizlerin uyuduğu, otobüsleri metroları bir yerden bir yere ulaşmaya çabalayanların doldurduğu koca kent. Şehrin kırışıklığı arasına hapsolmuş üç kuruşluk hayatlarını idame ettirebilmek için sabah körü yollara dökülen mutsuz kozmopolit çehreler. Sıkışan trafikte yarı uyuklar gözlerin yan otobüsteki bakışlarla kesiştiği sabah saatleri. Soluk benizli, yaz günü beklenmeyen yağmurdan dolayı sandaletleri çamurlanmış, saçlarının fönü inmiş zavallı genç iş kadınları. Normal koşullarda yağmurun şehri yıkayıp temizlediği düşünülebilir fakat bu şehirde kirli suyun akacağı yer yok. Delikleri tıkalı şehir İstanbul. Altı tamamiyle kokuşmuş. Pis suyunu akıtamayan şehir kendi pisliği içinde boğulmaya mahkum. Yarısı buharlaşacak, yarsısı da avare otomobillerin tekerlerinden kaldırımdan geçenlerin üzerine yapışacak. Pislik ordan oraya taşınacak, evlere ve yat