the city of İstanbul
Deli dolu kaotik İstanbul kentine bir yolculuk daha.
Büyük, kirli, karışık, devasa kent İstanbul. Içinde, yaşayanların kaybolduğu, sokaklarında evsizlerin uyuduğu, otobüsleri metroları bir yerden bir yere ulaşmaya çabalayanların doldurduğu koca kent.
Şehrin kırışıklığı arasına hapsolmuş üç kuruşluk hayatlarını idame ettirebilmek için sabah körü yollara dökülen mutsuz kozmopolit çehreler.
Sıkışan trafikte yarı uyuklar gözlerin yan otobüsteki bakışlarla kesiştiği sabah saatleri. Soluk benizli, yaz günü beklenmeyen yağmurdan dolayı sandaletleri çamurlanmış, saçlarının fönü inmiş zavallı genç iş kadınları.
Normal koşullarda yağmurun şehri yıkayıp temizlediği düşünülebilir fakat bu şehirde kirli suyun akacağı yer yok. Delikleri tıkalı şehir İstanbul. Altı tamamiyle kokuşmuş. Pis suyunu akıtamayan şehir kendi pisliği içinde boğulmaya mahkum. Yarısı buharlaşacak, yarsısı da avare otomobillerin tekerlerinden kaldırımdan geçenlerin üzerine yapışacak. Pislik ordan oraya taşınacak, evlere ve yataklara girecek.
Sanatın, eğlencenin, sanayinin büyük kenti İstanbul. Avrupa’nın en gözde kenti, ziyarteçilerinin -ben dahil- sevgilisi biricik kaotik İstanbul.
Ardında bambaşka hikayelerin gizli olduğu bir dolu değişik yüz. On beş milyon başı boş ruh fütursuzca dolaşıyor şehrin sokaklarında. Birbirlerinin yanından geçiyor herkes; fakat kimse farkına bile varmıyor gelecekteki sevgilisinin / doktorunun / patronunun / katilinin yanından yürürken.
Kimse kimseyi tanımıyor bu şehirde. Tanımaya vakti yok. Boş boş bakıyor ve yürüyüp gidiyor bir sonrakine...
Akıntıdan kendini kurtarabilenler kenardaki kahvecilere atıyor kendini. Artık İstiklal’de dönerciler dışında yerel birşey bulmak da zor. Yüzyılların çay kültürü yerini yavaş yavaş filtre kahveye bırakıyor.
Tüm Avrupa ve Amerika büyükkentleri gibi kahve içiyor artık yorulanlar. ‘İncebelliler’ daha ucuz yerlerde artık. ‘İyi’ ve ‘kaliteli’ yerlerde ise Kolombiya’nın sudan ucuz nefis kahvesinin kokusu yayılıyor.
İstanbul’dayım. Ben de bir Avrupalıyım artık. Anadolulu taşra tavrımı sürdürüp demli bir incebelli diretmenin ya da İzmirli gavur tavrımla bir adaçayı ısmarlamanın alemi yok! İstiklal üzerindeki kenar kahvecilerinden birine oturuyorum – nam-ı diğer ‘kahve evi’ –; mokamı yudumlarken akıntıyı seyre dalıyorum.
Metro kokusu Avrupa kentlerini anımsatıyor bana. Metrodan iniyorum. Bir kısa tünelle Kanyon’a bağlanıyoruz. Steril insanların mekanı yapay bir alışveriş –daha doğrusu göz süzüş- mekanı. Küçümsenemeyecek hoş bir mimari. Ekstrem dükkanlar. Halk dışı.
Birbirinden habersiz mutsuz insanlar. Gülümseme çizgileri yok. Bu şehrin insanlarında ‘gülümseme’ çizgisi eksik. Budapeşte benzeri suratlar İstanbul metrosunda. Ulaşacağımız yeri bekliyoruz hepimiz iç dünyamızda. Dipdibe ve bir o kadar uzak birbirimizden. Kendi iç dehlizlerimize dalıyoruz sessiz ve habersiz. Geriye sadece metro oturaklarında oturan suretlerimiz kalıyor.
İstanbul deli şehir‚ vitaminsiz çıkmamak gerek.
İstanbul; danstan duramayanların şehri. Müziğin ruhu kıpraştırdığı, kanının damarlarında aktığını hissettirdiği biricik güzel şehir.
Gecelerin şehri, durmayan, bitmeyen İstanbul. Sokaklarında sarhoşların bağırdığı, ayağı cıbıl bohemlerin ateş çevirdiği, şehrin nabzını tutan ritmi hiç kaçırmadığı heyecan dolu İstanbul şehri. İstanbul, kalp atışının sesi.
Delidolu İstanbul şehrinden dönüyorum artık. Son bir kez bakıyorum gece güzelliğine, pırıl pırıl parlıyor elmas gbi gecenin karanlığında ışıkları...
Büyük, kirli, karışık, devasa kent İstanbul. Içinde, yaşayanların kaybolduğu, sokaklarında evsizlerin uyuduğu, otobüsleri metroları bir yerden bir yere ulaşmaya çabalayanların doldurduğu koca kent.
Şehrin kırışıklığı arasına hapsolmuş üç kuruşluk hayatlarını idame ettirebilmek için sabah körü yollara dökülen mutsuz kozmopolit çehreler.
Sıkışan trafikte yarı uyuklar gözlerin yan otobüsteki bakışlarla kesiştiği sabah saatleri. Soluk benizli, yaz günü beklenmeyen yağmurdan dolayı sandaletleri çamurlanmış, saçlarının fönü inmiş zavallı genç iş kadınları.
Normal koşullarda yağmurun şehri yıkayıp temizlediği düşünülebilir fakat bu şehirde kirli suyun akacağı yer yok. Delikleri tıkalı şehir İstanbul. Altı tamamiyle kokuşmuş. Pis suyunu akıtamayan şehir kendi pisliği içinde boğulmaya mahkum. Yarısı buharlaşacak, yarsısı da avare otomobillerin tekerlerinden kaldırımdan geçenlerin üzerine yapışacak. Pislik ordan oraya taşınacak, evlere ve yataklara girecek.
Sanatın, eğlencenin, sanayinin büyük kenti İstanbul. Avrupa’nın en gözde kenti, ziyarteçilerinin -ben dahil- sevgilisi biricik kaotik İstanbul.
Ardında bambaşka hikayelerin gizli olduğu bir dolu değişik yüz. On beş milyon başı boş ruh fütursuzca dolaşıyor şehrin sokaklarında. Birbirlerinin yanından geçiyor herkes; fakat kimse farkına bile varmıyor gelecekteki sevgilisinin / doktorunun / patronunun / katilinin yanından yürürken.
Kimse kimseyi tanımıyor bu şehirde. Tanımaya vakti yok. Boş boş bakıyor ve yürüyüp gidiyor bir sonrakine...
Akıntıdan kendini kurtarabilenler kenardaki kahvecilere atıyor kendini. Artık İstiklal’de dönerciler dışında yerel birşey bulmak da zor. Yüzyılların çay kültürü yerini yavaş yavaş filtre kahveye bırakıyor.
Tüm Avrupa ve Amerika büyükkentleri gibi kahve içiyor artık yorulanlar. ‘İncebelliler’ daha ucuz yerlerde artık. ‘İyi’ ve ‘kaliteli’ yerlerde ise Kolombiya’nın sudan ucuz nefis kahvesinin kokusu yayılıyor.
İstanbul’dayım. Ben de bir Avrupalıyım artık. Anadolulu taşra tavrımı sürdürüp demli bir incebelli diretmenin ya da İzmirli gavur tavrımla bir adaçayı ısmarlamanın alemi yok! İstiklal üzerindeki kenar kahvecilerinden birine oturuyorum – nam-ı diğer ‘kahve evi’ –; mokamı yudumlarken akıntıyı seyre dalıyorum.
Metro kokusu Avrupa kentlerini anımsatıyor bana. Metrodan iniyorum. Bir kısa tünelle Kanyon’a bağlanıyoruz. Steril insanların mekanı yapay bir alışveriş –daha doğrusu göz süzüş- mekanı. Küçümsenemeyecek hoş bir mimari. Ekstrem dükkanlar. Halk dışı.
Birbirinden habersiz mutsuz insanlar. Gülümseme çizgileri yok. Bu şehrin insanlarında ‘gülümseme’ çizgisi eksik. Budapeşte benzeri suratlar İstanbul metrosunda. Ulaşacağımız yeri bekliyoruz hepimiz iç dünyamızda. Dipdibe ve bir o kadar uzak birbirimizden. Kendi iç dehlizlerimize dalıyoruz sessiz ve habersiz. Geriye sadece metro oturaklarında oturan suretlerimiz kalıyor.
İstanbul deli şehir‚ vitaminsiz çıkmamak gerek.
İstanbul; danstan duramayanların şehri. Müziğin ruhu kıpraştırdığı, kanının damarlarında aktığını hissettirdiği biricik güzel şehir.
Gecelerin şehri, durmayan, bitmeyen İstanbul. Sokaklarında sarhoşların bağırdığı, ayağı cıbıl bohemlerin ateş çevirdiği, şehrin nabzını tutan ritmi hiç kaçırmadığı heyecan dolu İstanbul şehri. İstanbul, kalp atışının sesi.
Delidolu İstanbul şehrinden dönüyorum artık. Son bir kez bakıyorum gece güzelliğine, pırıl pırıl parlıyor elmas gbi gecenin karanlığında ışıkları...
Yorumlar