Kayıtlar

2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Avustralya'da öğle yemekleri

Bu yemeğini evden getirme olayına bi türlü alışamadım. Hala kibar kibar -ve bence sağlıksız olarak- iki tost ekmeği arası kaşar domates marul yapıyorum. Arada avokado gibi çeşitlemeler de var ama hepsi bu, o iki karenin arasına ne sığarsa. Asyalılar ne güzel pilav üstü bilimum yemeklerini plastik kutucuklarına koyup mikrodalgayı gayet verimli bi şekilde kullanıyorlar sarımsak ve köri kokusunu yaydıra yaydıra. Bi gün sabahtan getirecem sucuğu, atacam mikrodalgaya, dalga dalga  yayılacak kokusu... Allahım, dünyanın en yaşanılır kentinde, böyle bi alım gücüne sahip bir ülkede, bu nasıl bi fakirliktir ya! Nerde benim o güzel yemekhanem, her bölümdeki çeşit çeşit kantinim, çarşı, Mimarlıktaki pilavüstü tavuk, Çatıdaki ev yapımı mezeler, Sosyal binadaki gurme yemekler? Odtüyü de bi özlemişim ki! Şöyle bi ayak üstü tabldot yemeğe bile hasret kaldık ya. Neymiş Melbourne envayi çeşit lokantayla kafeyle doluymuş. Evet dolu, ama bu plastik kutu öğle yemeği kültürünü değiştirmiyor ki! Mevzu

Cruise’da tipik bir yemek gecesi

Resim
(Önceden belirtmeliyim ki, hikaye gemide zevk-ü sefa süren bir yolcu değil de, bayağı ağır şartlar altında çalışan bir ‘crew member’ fotoğrafçı tarafından tasvir ediliyor.) İçinde bilumum lensin, tripodun ve şemsiyelerin bulunduğu eşek ölüsü ağırlığındaki fotoğraf çantalarını beşinci kata taşımış, önünde fotoğrafların çekileceği arka fonu taşıyacak metal ayakları geminin sağına soluna çarpıtarak sürümüş, devasa bir rulo halinde muhafaza edilen fonu da kollarım kopuncaya ve nefesim kesilinceye dek ardımdan sürümüş, daha fazla dayanamamış, mola vermiş, aşçı arkadaşlardan biri imdadıma yetişmiş, geri kalan kısmı da o taşımıştı. Şimdi de kendimden bir metre daha uzun olan ayakların üzerine arka fonu takmam gerekiyordu. Fizik olarak imkansız olarak nitelense de, müdürüm bana kendimi biraz daha zorlamam gerektiğini öğütledi. Olur dedim. Sonunda yemek salonu önündeki geçici stüdyoyu kurdum. Amaç, yemeğe giden kokoşların muhtemelen tatile getirdikleri en güzel kıyafetlerini giydik

İlk okul performansı

Resim
Ve bir ilk okul döneminin daha sonuna geldik (3ü bitti 1i kaldı). Tatilde Sinekli Bakkal’ı okuyup özetini çıkarın yerine müzeye gidin, biraz bahçenizde vakit geçirin, bi arkadaşınızı ziyarete gidin, ne yaparsanız yapın ama eğlenin ve güvende olun temennisi edildi. (Yıllar geçti ama o Sinekli Bakkal özetinin acısı hala aklımda, hayır güzel de kitaptı lafım yok ama yani, tatilde…) Sene başında söylenmişti, her sene okulumuz öğrencileri bir performans (tiyatro) sergileyecekler. Ben de çok üzerinde durmadım, biz de yapmıştık çeşit çeşit müsamereler Okuma Bayramında. Ancak bu iş başka. Boyutu giderek büyüdü. Vakit geçtikçe Mavi evde bir takım danslar yapıp şarkılar söylemeye başladı. Pratiklerin sıklığı arttı. Her hafta okuldan haber gelmeye başladı, biletler satışa çıktı, çıkacak diye. Evet evet çocuğumuzu internetten para verip satın aldığımız biletlerle bildiğiniz profesyonel bir tiyatro sahnesinde izledik. ‘Rehersal’ için bir gün mekana otobüs kaldırıldı, hep beraber oraya gittil

DEDEM

Sene 1919, ülkedeki pek çok erkek gibi onun kocası da savaşta. İç Anadolu’nun Çorum ilinde gözü yaşlı, karnı burnunda bir kadın. Gelen ölüm haberiyle baygınlık geçiriyor. Ayıldığındaysa doğum başlamış bile. İşte böyle soğuk bir Mart günü dünyaya geliyor Hayri. Anne hala giden ve ardında iki yetim evlat bırakan kocanın ardından ağlıyor, sütü gelmiyor bile. Hayri 7 aylık doğduğu için minnacık, içine bir örtü serip ayakkabı kutusuna koyuyor akrabalar, henüz beşiği hazır değil. O  kadar ufak ve çirkin bir şey ki, 'yaşamaz' bu çocuk diyorlar. Ama yine de arada ağzına pamukla şekerli su damlatıyorlar beslensin diye. Ve o yaşamaz dedikleri Hayri hayata tutunuyor, büyüyor, abisiyle oynuyor, derelerde yüzüyor, okullara gidiyor, ve bir tapu kadastro memuru oluyor. Güzeller güzeli bir kızla evleniyor, adı Zeynep. Üç çocukları oluyor sırayla Cihan, Nurhan, Erhan. Anadolu’nun uğranmadık köyünü kasabasını bırakmıyorlar. Büyük oğlanın Odtü’yü kazanmasıyla hep beraber Ankara’ya taşınıyorl

Her şeye PLEASE deme hastalığı

Sabah Mavi’yi, bugün işe erken gitmem gerektiği için, ‘before school care’e bıraktım. Orada da kahvaltı verildiği için evde yapmadık. Meğer geç kalmışız, kahvaltıyı toplamışlar. Neyse, suratsız öğretmen ‘kahvaltı saati bitti bık bık bık’ diye hısladıktan sonra zor bela yerinden kalktı ve tamam ben bir şeyler çıkarayım ona dedi. Mavi’ye sordu. Öğretmen: What would you like to eat? Mavi: Cornflakes. Öğretmen: Cornflakes, please!!! Aggghh!! Düzeltmeseniz ölürsünüz!  Çok önemli! İlla her boka ‘please’ dicez, ‘thank you’ dicez. Yoksa hödüğüz biz aslında! İlk geldiğimiz zaman da bi süpermarket maceram olmuştu, şöyle yazmıştım: ‘’ Avusralya’ya geldik geleli, kafanı kaldırıyorsun ‘thank you’ indiriyorsun ‘thank you’. Trendeki görevli herkesin tek tek biletini kontrol ediyor, her birimize thank you thank you, adamın dili uyuşur be. Ben de kaba bir insan değilimdir, teşekkür etmesini bilirim, geçen gün süpermarkete giriyorduk, kocaman bir kapı var, bıraksan ark