Kayıtlar

Eylül, 2006 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

benim ülkem

15 Eylül Benim ülkemdeki gibi her gün hektarlarca orman yanmıyor burda ya da mayınlar yüzünden zavallı askerler can vermiyor ya da başkan her gün birbiri ardı sıra aptalca laflar etmiyor "askerdir tabi ki ölecek" gibisinden. Lübnan’a asker de yollamıyor bu ülke. Ne var ki ülkemin çocuğuyum ben! Atsam atılmaz, satsam satılmaz bir ülke. Burada insanlar 22-23 yaşlarında çocuk sahibi oluyorlar. Çünkü bizim gibi korkmuyorlar. Burada insanların hayatı –bizdeki gibi- çocuk doğurduklarında bitmiyor, eve kapanmıyorlar. Sokaklar genç anne babalarla ve çocuk arabalarıyla dolu. Otobüslerde, metrolarda, alışverişte, kitapçılarda ve hatta müzelerde. Çünkü olanakları var. Çünkü ulaşabiliyorlar. Çünkü medeniyet denen –bizim bir türlü beceremediğimiz- şey var burada. Düşünün, ben çocuk doğurdum ve çocuğumla Mimkent’teki evimden Karşıyaka’ya gezmeye gideceğim. Benim zor bindiğim bir metre basamağa sahip dolmuş nanesinde olay baştan kopuyor zaten. Sonra ben o çocuk arabasıyla belediye otobüsüne

Avrupa’yı Bitirmek

10 Eylül “Sziget, Radiohead”, “Delft Macerası”, “Fareler ve İnsanlar Aynı Yatakta”, “Prag’a Gidememek”, ya da “ Keraneler Sokağında Balkabağı Çorbası” gibi hikayelerin ardından sanırım Avrupa’nın son hikayesine geldik. Diyeceksiniz ki, sen de amma abarttın, alt tarafı bir aydır ordasın. Evet, doğru. Fark ettim ki Avrupa bir aylıkmış zaten –seyahat için-. Hele de yalnız başınıza yollardaysanız bir ayda tükenme noktasına geliyor. Şöyle ki, artık yaya geçitlerindeki kırmızı ışıklarda siz de diğerleri gibi araba olmasa dahi bekler olduysanız, çay poğaça yerine kahve kuruasanla öğünleri geçiştirmeye alıştıysanız, başlarda “small” la başladığınız kahvenin boyutu normalde asla bitiremeyeceğiniz “medium” a çıktıysa ve artık sokaktan geçen güzel erkekler yolunuzu değiştirmenize neden olmuyorsa, mimari harikası asimetrik binalar ağzınızı açık bırakmıyorsa, her köşe başındaki modern heykeller artık ilginizi çekmiyorsa, fotoğraf makinenizi çoktan omzunuzdan düşürdüyseniz ve kullanılmamış slaytlar

Fareler ve İnsanlar

2 Eylül En son hatırlarsanız arkadaşın evinde yakışıklı conilerin arasına yerleştim diye yazmıştım Delft denen illet küçük kasabada. Efendime söyleyeyim, anlatmaya şöyle başlayayım: Gece dışarı çıkasım gelmedi, çok yorgundum. Perdeler açık, gözüme de bant koydum şu uçakta verilenlerden ki ışık gelmesin, rahatsız edip uyandırmasın. Nitekim çok uykum var. Frankfurt ve üstüne Rotterdam yormuş bünyeyi. Gecenin bir körü bir sey geçti içimden sanki, huylandım, uyandım, koluma baktım yok birşey... Diğer tarafıma döndüm maşallah mışıl mışıl uyuyorum. Sabaha doğru bu sefer de bacağımın içinde birşey hissettim, kımıl kımıl, pijamamın içine ellerimi soktum, bir engele rastlamadı. Dedim neler oluyor. Gözlerimi açmamın vakti geldi. Gözümü açtım, yatağın içine baktım, yorganı kaldırdım ve ayaklarıma kadar uzandı bakışlarım. O da ne??? Minik bir fare.... Evet evet fare, pırrrrr diye yataktan fırladı, şömineye kaçtı gitti. Tuhaf bir duygu kapladı bedenimi. Sadece “aggggyyy” benzeri bir ses çıktı ağzım

Delft'e vardım

30 Ağustos Kendimi sonunda Delft’e attım ki nasıl bir atmak... Rotterdam’da Erasmus Köprüsü senin, Gabo’nun heykeli benim gezdim durdum. Şu an Delft’de bir dolu coniyle aynı evdeyim. Kaldığım ev maşallah Hollanda’nın tüm çıtırlarının toplandığı ev çıktı. Şanslıyım. Dışarı çıkacak en ufak bir enerjim yok. Pencere sonuna kadar açık, Hollanda şartlarına ayak uydurdum. Karşıdaki evler aynen naklen yayında, keza ben de. İnsanın hiç canı sıkılmaz burda, otur pencereden izle. Ortada yeşil tutmuş Eskişehir’in Porsuk vari bir kanal var Olleyyy, çanlar da başladı, saat 9 olmuş. Burası nasıl desem ilk izlenim olarak küçücük fıçıcık...

Keraneler Sokağı ve Balkabağı Çorbası

29 Ağustos Yorgunluk Ve yorgunlukkkk Her gittiğim şehirde modern müzeye gitme adeti edindim. Aferin bana. Buradaki (Stuttgart)müze binasının kek dilimi şeklinde olması ve benim müzeye aslında içindekileri değil de binanın mimarisini merak ettiğim için gitmiş olmam ayrı bi konu. Sonuç pek şahane. Adamlar göz yanılsaması yaratmak için kare kare değil de karo karo yer döşemeleri kullanmışlar. Mekanın algısını değiştiriyor. Şu an Frankfurt’tayım Çantayı ite kaka tren istasyonunda bulunan locker lardan birine tıktım Malum Türküz ya küçüğüne soktum çok para vermemek için. Locker ların önünde küçük bir Türk kızı, yanında kendinden büyük bir çanta, tekmeleye tekmeleye çantasını dolaba sokmaya çalışıyor... Manzara bu. Birazdan, istasyondan fazla uzaklaşmamak kaydıyla (istasyonun karşısındaki sokak keraneler sokağı... pek tekin degil ama napalım artık, elde bu var...) bir restoran beğendim, ona gidip balkabağı çorbası içeceğim. Vakit geçirmem gerekiyor. Gece 12’de de Rotterdam’a biletim var. Oto

Summer of Love

25 Ağustos Gidilen "Summer of Love" adlı sergi -hatta meraklısına http://www.kunsthallewien.at/ adresinden ulaşılabilir- hayatımda gezip görebileceğim en tribal sergiydi diyebilirim. Sergi 68 kuşağının grafik tasarımlari -posterler, konser afişleri, fotoğraflar, Beatles, Rolling Stones, Velvet Underground, Janis Joplin, Dylan, komün evleri ve daha neler neler- video art, Warhol’un manyaklıkları, o zamanın plakları, konser kayıtları, bitmeyen bangır bangır Jefferson Airplane müziği (daha yeni bit pazarından plağını da almışım) ve muazzam ışık gösterileriyle dolu dolu bitmeyen bir sergi. Sekiz on tane değişik degişik odalara giriyorsun ve dört bir yanında dev ekranlarda ışık gösterileri yapılıyor. Kendini renklere şekillere kaptırıp gidiyorsun zaten... başka bir odada disco simülasyonu basmışlar deli gibi müzik ışıklar yanıp yanıp sönüyor yerler tribal grafiklerle dolu, insan haliyle kendi kendine dansetmeye ve ışığın etkisiyle uçmaya başlıyor. Düğmesine basınca fırıl fırıl dö

Prag’a Gi-de-me-mek

22 Ağustos Bilen bilir, bu tatilin atan kalbi “Prag” dı aslında. Bir heyecan, bir heyecan. Velhasıl, Prag’a gitmek her babayiğidin harcı değilmiş, bunu öğrendik. Buyrun buradan okuyun: Hikayeye başından başlamak gerek. Tatil planı yapıyorum. Vizeler, dilekçeler, doldurulan formlar, bankaya yatırılan paralar, pasaport fotokopileri, randevular, uçak, tren, hostel, otobüs rezervasyonları… Shengen alındı, suratta bir mutluluk, keza Macar vizesi de alındı, vücutta bir rahatlama, Çek –üstün ülkesi- için hostel ayırtıldı. İzmir’de işten izin alındı Ankara’ya gidildi ve tüm Avrupa ülkelerinin kabul ettiği sigorta şirketini kabul etmeyen Çek Elçiliği ilk cinsliğini koydu. İkinci cinsliği ise otel rezervasyonunun mail çıktısı değil fax olmasını arzulamasıydı. Prag’dan istettim, yolladılar, kolay iş. Pasaportu Ankara’da bırakıp İzmir’e dönmek zorunda kaldım. Yeni bir sigorta, belgelerin kargolanması, araya giren arkadaşlar, Cevahir, Güçlü, birisinin götürüp birisinin vizeyi alıp bana geri yollama

Budapest - Radiohead – Sziget

20 Ağustos Herkesin hep beraber Yeni Zelanda’ya göç etme fikri vardır berabercene. Diyorum ki o kadar uzaklara gitmesek de hazır yakında bu kadar yaşanası sevilesi görülesi gezilesi keyif mekanlar varken -mesela Budapeşte gibi- bu yakınlarda kalsak. Hayatımda (Bali’yi geçiyorum, tropik mekan) bu kadar yeşilin hakim oldugu dağdan bayırdan sokaklardan çimin ağacın bitkinin fışkırdığı başka bi kent görmedim ben Ne boktan kurak bir şehirde yaşıyormuşum meğer En kısa zamanda kurtarmalı bünyeyi Burda sokağa bi çıkıyorsun Heryer herşey, her köşe sanat müzik dans… inanılmaz bir yer. Muhteşem; iki tarafı da, Buda’sı ayrı Peşte’si ayrı ayrıntılı, tarihle bezenmiş köprüleri sabaha kadar bitmeyen beleş ulaşım sistemi sayesinde yaşayan, her köşe başı müzisyeni ve tanrım tabi ki erkekleri….. Gece sabaha kadar süren otobüslerin yarısı elinde içki şişesi sarhoş gençlerle diğer yarısı öpüşüp koklaşan tiplerle (ben bu kadar öpüşgen başka bir millet görmedim, havada karada sokata otobüste heryerde herkes

Viyana - tatil başlangıcı

9 Ağustos Gün ne hızlı geçti Gece boyunca Tuna’yla Viyana barlarında barhopping yaptık, birinden diğerine... Gece bir barda B-52’yu çakmakla tutuşturup da servis etmeleri, benim ne yapacağımı bilememem, o sırada Tuna’nın shotunun içine limonu düşürmesiyle taşan içkiyi masadan benim pipetimle içmeye çalışması ve sonunda pipeti kapıp korkarak hala alev alev yanmakta olan bardağa sokup içime çekişimle bardağın çatlaması geceyi sonlandıra etken oldu. Haliyle sabah erken kalkamadık. Ancak öğlene doğru uyanmam ve ardından gözde mimarım Gaudi’nin pabucunu dama atmama neden olacak kadar beni etkileyen deli çatlak diğer bir isimle tanışmam: Hundertwasser. Allahım... İnsan bu kadar mı rengarenk bu kadar mı şeker bal damlayan yapılar yapabilir? Kesinlikle böyle bir ev istediğime karar verdim. Kısaca gayet sanat sepet dolu bir seyehat diyebiliriz. Bunun dışında keyfim gıcır. Gözümü kapattığımda design görüyorum. İçim doluyor seviniyorum.