Çantaları çaldırmayacağız diye İtalya’da nasıl donumuza kadar ıslandık?
Yıl 1998. Pınar
ve Evren’le İtalya Pisa’da tatildeyiz, interrailin bilmem kaçıncı durağı, artık
saymıyoruz. Yine cepteki –zaten olmayan- parayı otele vermeyelim, tren
istasyonunda matları serip tulumlarda yatalım, parayla da iki bira içeriz
diyoruz. İstasyona doğru yürüyüp bakıyoruz ki ortalıkta bizim gibi bi dolu koca
çantalı backpacker var. Hemen yerimizi alıyoruz biz de yanlarında. Yalnız
Türküz ya, önlemimizi de alıyoruz. Önce çantaların perlonlarını birbirine
bağlıyoruz, sonra herkes kendi çantasından uzanan bi perlonu da kendi bileğine
bağlıyor ve kolunu tulumun içine çekiyor. Hani biri gece uyurken gelip de
çantalardan birini almaya kalkarsa zorlansın hesabı, ya da mesela Pınar’ı
kucaklayıp kaçırmaya kalktılar, zincirleme perlonlarla hemen ben ve Evren de
uyanacağız aklımız sıra!
Çok temkinli
olduğumuz için de böyle kendimizi akıllı sanıp, hiç bir önlem almadan sere
serpe yatan sarışın alman kızlarını cıkcıklıyoruz. Neyse, biraz kakara
kikiriden sonra ağırlık basıyor, ortalığa bir sessizlik hakim oluyor ve herkes
uyku moduna geçiyor. Gecenin bir körü o yorgun günün ardından daldığım uykudan çığlık
benzeri kahkahalar silsilesi ve hafif bir ıslaklıkla uyanıyorum. Ulan, yaz
ortası bu ne yağmuru diye söylenirken bi fark ediyorum ki yağmur falan yok.
Yattığımız çimlerin üzerinden otomatik sulama çubukları çıkmış ve fıskiyeler
çalışmaya başlamış. Hatta biri Pınar’ın tam poposunun altından çıkmış, o da çubuğun
dürtmesiyle uyanmış. Tabi o dalga geçtiğimiz almanlar çantaları kaptığı gibi koşuyor
hemencecik kuru tarafa doğru. Hadi çantanı kendi bileğine bağladın önlemini
aldın, ne diye yandaki çantaya da bağlarsın! Pınar’ı gece kaçıracaklar da
kalkıp sen mi kurtaracan bibuçuk metre boyunla?
Biz o perlonları
söküp de çantaları birbirinden ayırmaya çalışırken tabi matlar, üst baş, her
şey sırılsıklam oluyor. Nasıl bi önlemse artık, kör düğüm yapmışız mübarek!
Uyku sersemi hep beraber aynı anda çantaları yüklenip haydi allah hop hop hop diyerek
yanyana uygun adım yürümek de aklımıza gelmiyor. Zaten gelse de yapamazmışız. Çünkü
Evren’e bi bakıyorum, acaba diyorum rüyada mıyım, zira gördüğüm sahne şu, vakit
sabahın üçü ya da dördü, fıskiye suları havada, biz çantaların düğümüyle
meşgulken, Evren namazda allahuekber deyip secdeye yatar misali ama kolları
önde çimlerin üstüne doğru nazik hareketlerle eğilip eğilip kalkıyor. Bi
gözlerimi ovuşturuyorum, yok, hala aynı, kolları indirip indirip kaldırıyor,
acaba diyorum uyurgezerdi de haberimiz mi yok?
Bu arada
söylememe gerek yok sanırım ama bütün backpackerlar kenara çekilmiş, üstüne
çeki düzen vermiş ve hepsi bizi izliyor. Sonradan anlıyoruz ki, Evren’in derdi
başkaymış… Adam o hengamede gözlüklerini kaybetmiş, ve kendisi gözlüksüz adeta kör,
18 numara filan olabilir gözleri, o derece! Valla onun durumu daha vahim, o gözlükler
giderse tatilin gerisini göremeyecek adam. Bu sahneyi ben unutamadım, yıllarca orda
uykusundan uyanmış gecenin bi körü kahkahalar eşliğinde bizi izleyenlerin de unutmadığına
ve hala arkadaşlarına anlattığına eminim; ‘ay şekerim İtalya’dayız, gece gece
sular bi fışkırdı, biz hemen kaçtık tabi ama orda üç salak turist daha vardı, anlayamadık,
bi türlü kurtulamadılar, hatta biri imana geldi ve yağmur duası gibi bişeye başladı…’.
Neyse, sonunda
Evren’in gözlüğünü bulduk, ama artık acele etmenin anlamı kalmamıştı, o tatile
çıkarken aman hafif tulum alalım, üç kilo olmasın iki kilo olsun dediğimiz uyku
tulumlarının her biri suyu çekmiş, on kilo olmuştu. Sonra sırayla o ucundan sen
tut, bu ucundan ben asılıyorum, çevir çevir az daha çevir diyerek tulumları tek
tek bi güzel sıktık ve sabah güneşin doğup da bizi ve tulumları kurutmasını
bekledik…
Yorumlar