Sydney Kazan Ben Kepçe 2
Encasa – The
Spanish Cuisine
Mahallede ne
zamandır önünden geçtiğimiz ‘Encasa’ adlı İspanyol restoranına gitmek
istiyorduk, kısmet geçen haftayaymış. Klasik paella yerine tapaslardan
deneyelim dedik, karides, ahtapot ve patatas bravas siparişini verdik.
Ekmeksiz
doymayan bir aile olduğumuz için baktık ekmek menüsü de var, ordan da
‘Torrades’ seçtik ‘Toasted sourdough with garlic, fresh tomato and olive
oil’ diyor, ne kadar acayip olabilir? Neyse yemeklere çok girmeyeceğim, tapaslar
fena değildi, ahtapot bi harikaydı. Sangria desen bi tane OK, ama kadeh kadeh
içesim gelmedi, kardeşim İspanyolluğunuzla ön plana çıkan bir restoransınız,
ben sizden daha iyi yapıyorum bu mereti, nasıl iş?
Gelelim ekmeğe, zira konumuz bu. Kız iki dilim ekmeği
yanında iki diş sarımsak, iki parça domates ve zeytinyağıyla getirdi ve sordu:
-
Bunu nasıl yiyeceğinizi biliyor musunuz?
Öyle bi soru ki şimdi bu, cevap bile veremedim, ekmek lan
bu, nasıl yiyebiliriz yani! Çağrı’yla birbirimize bakıyoruz, o bi bakışınla
dünyaları anlatırsın ya hani, öyle bi an geçti aramızda, neyse kız araya girdi.
Önce dedi sarımsağı ekmeğe sürteceksiniz, sonra da domatesi, üstüne de
zeytinyağını dökeceksiniz. Çağrı bi ‘la havle’ çekip işleme koyuldu. Güzel
kardeşim, kamyonlar dolusu tonlarca domatesi sokaklara döküp mundar edip buna
festival diyen sizsiniz, ulan bari suyu olan bi domates verseydiniz. Domates
değil, genetiği değiştirilmiş kabak resmen, ne tadı var ne tuzu, bi damla da suyu
çıkmıyor ki ekmeğe sürteyim.
Ooff of dedi Çağrı, hiç değerlerimizi bilmiyoruz, pazarlayamıyoruz
ki kendimizi, ‘Cacık’ sipariş eden turistlerin önüne verecen soyulmamış hıyarı,
yanına da rendeyle bi baş sarımsak, bak bakalım napıyorlar… Ben ellerim soğan-sarımsak
kokmasın diye dışarda yiyorum, adamların bize yaptırdığına bak!
----
Grounds of Alexandria
İki hafta öncesinden kahvaltı yapmak için yer
ayırttığımız pek bi popüler mekan. Neyse gittik, arabayı park ettik. İçeri bi
girdik, allahım bu ne? Mahşer yeri gibi! Bütün Sydney burada.
İki farklı kafe var, biri içerisi biri de dışarıda ‘Pottery
Shed’ denen bahçe. Bir de bu iki mekanın ortasında açık bir bahçe var yine
çiçekli böcekli. Çevresinde limonatadan, tatlılara, kahvaltıdan bilumum tatlıya
kadar satış yapan küçük arabalar, biz zannediyoruz ki hepsi aynı mekanın.
Baktık kahvaltı 11.30’da bitiyor diyor, dedik ki siparişi verelim, oturunca
yemek hazır olur. Sonra anladık ki meğer bizim yer ayırttığımız Pottery Shed
ayrı bişeymiş, içeriye dışarıdan yemek girmiyormuş, o ortadaki yemek arabaları
aslında başka biyermiş falan filan, bizim gireceğimiz yerde de zaten kahvaltı
yokmuş!… İnsanlar birbirini ittiriyor, kimse başkasına sırasını kaptırmamak
için böyle kolunu yan tarafa dayıyor falan. ‘Tüm hafta it gibi çalıştım, şimdi
de para harcayıp dışarıda yiyecem ulan’ mantığındaki kaba şehir insanları.
Şaşırdık kaldık. Kısacası ben burdan pek birşey anlamadım.
Eski Dünya harikalarından biri olan Babil’in asma
bahçelerine mi gönderme yapılmış nedir bilmiyorum, her yer çiçek çiçek çiçek, rengarenk
bitkiler kafanızın üzerinden sarkıyor, şahane, kimse yanlış anlamasın, mekan
güzel, hatta çok güzel. Problem de bu zaten! Büyük şehirde popüler mekan iyi
bir şey değil arkadaşlar, onu anladım.
Flowers of Child
Bu fiyaskodan sonra dedim ki kızım sen niye en popüler
yerlere gidiyosun ki, kafana göre takıl. Chatswood’daki Westfield alışveriş
merkezinde gezerken, içerideki ‘Flower Child’ cafeyi keşfettim. Bu da yine her
tarafından çiçekler bitkiler fışkıran şirin mi şirin ufak bir mekan. Baktım
‘Grounds of the City’nin de kahvelerini veriyorlar, iyi dedim, bi kahve içip yanına
da ufak bir şey yiyeyim diye oturdum. Bi kapuçino söyledim. Baktım menüye ‘Toast
with jam 6$’, yanına da ek avokado 4$ diyor. İyi dedim, verdim siparişi ‘French
toast with avocado on the side’. Bi tabak geldi. Böyle nasıl desem, ben tabağa
bakıyorum, tabak bana, yerli Balili kadınların en janjanlı kıyafetleriyle festival
sırasında kafalarının üzerindeki tepsilerde tanrılarına sundukları meyve sepeti
gibi bir tabak, muz, çilek, blueberry, blackberry, fındık, badem, ceviz, reçel,
dondurma, fıstık ezmesi, çikolata…
Dedim bu 6 dolar olamaz, bundan bi yanlışlık
var, du bakalım. Üzerinde de cidden iki tane çiçek var bu arada, menekşe, dedim
heralde bunları yemicez, kenera ayırdım. Neyse, yaladım yuttum tüm tabağı,
araya da -gelmiş artık-, avokadoları sıkıştırdım, böyle saçma sapan bi füzyon
mutfağı yapıyorum kendimce. Hesap gelince anlaşıldı, ben meğer ‘toast’ değil,
nedense başına bir sıfat ekleyerek ‘French toast’ siparişi vermişim, o da 6
değil, 19 dolarmış. ‘Too good to be true’ bir durumdu zaten. Gerçi iyi oldu,
boş boş yağlı ekmek yiyecektim, -o da üzerine sürüp getirirlerse haha-. E be
garson kız, insan bi uyarır, ‘yanına avokado’ deyince bi yüzünü ekşitir.
Türkiye’de olsam ve künefenin yanına bi de içliköfte istesem, yurdum garsonu
‘Emin misin abla, bak bizden söylemesi, sonra mideyi falan bozmayasın’ diye bi
uyarı geçer. Burda kimse uyarmıyor. Özgürlükler ülkesi ya! Herkes her şeyi
yemekte serbest. Neyse burayı kötüleyemeyeceğim, kafe de yemekler de
muhteşemdi.
Yorumlar