‘Cruise’ işi Öncesi Training / Eğitim – Miami 2004
Bir haftalık Miami ofisindeki
çalışma süreci başladı. Doğu Avrupa’dan gelmiş toplamda on dört kişiyiz:
Romanya, Türkiye, Polonya, Litvanya, Sırbistan ve Çek karması bir grup. Hepimiz
de her an neden burada olduğumuzu sorgulayan, Amerika’ya en ufak bir sempatisi
bile olmayan yaşları 20 ila 30 arası değişen gençleriz. Her birimiz iki hafta
sonra bir cruise gemisinde fotoğrafçı
olarak çalışmaya gideceğiz. Bu da iş öncesi ofis eğitimi kısmı.
*
Dün ofisin deposunu
düzenledik. Bir sürü kullanılmayan klavye, mouse,
fotoğraf makinesi filtresi gibi şeyler çıktı piyasaya. Bunları napıcaz diye
sorduk, atın dediler, evet evet bildiğin çöpe atın dediler. Biz delirdik tabi
bu duruma. Bir deneseydiniz çalışıyor muydu acaba dedik. Yok dediler. Onun için
zamanları yokmuş. E peki birilerine verin, işine yarayan birileri olabilir
dedik. Depo görevlisi bize belki de tüm Amerika’yı özetleyen o buz gibi cevabı verdi:
‘Biz ülkemizde bunu yapmayız, sadece atar ve yenisini alırız’. Adam bilgiç bir
edayla bu lafları ettikten sonra bize de susmaktan başka çare kalmadı. İşime
yarayacak bir iki filtreyi aldıktan sonra gerisini çöpe attım.
Bugünkü eğitim bitti. Ofise
girerken dışarısı 40 dereceydi, şimdiyse yağmur serpiştiriyor. Herkes bir shuttle bus ayarlamaya hevesli. Sanki
iki damla yağmur eritecek genç bedenlerini. Boş versenize dedim, elimdeki
fazlalıkları yanımdakilere kakalayıp Miami’nin boş, geniş ve insan geçmez
yollarında şarkılar söyleyerek ilerledim otele doğru, benzin istasyonundan bir
bira almayı da ihmal etmedim. Gider gitmez de kendimi bahçedeki jakuziye atıp biramı
yudumlamaya koyuldum. Keyfime diyecek yok…
*
Koordinatörlerimiz Janet ve
Michelle, birisi elemanların işe alınması diğeri de onların yetiştirilmesi ve
gemiye hazırlanmasından sorumlu. İkisi de sınıf anneleri gibi davranıyorlar
Avrupa’dan gelmiş daha boynu bükük çekingenlere. Bu hafta öğrendiklerimin
arasında, satış nasıl yapılır, müşteri nasıl iyi hissettirilir, yok yere pişmiş
kelle gibi sürekli nasıl gülümsenir, kısaca önce kendimi, ardından müşteriyi
kandırmayı öğrendim. En kötüsü de durduk yere sürekli gülümsemeye çalışmak,
yanaklarım ağrıyor artık. Bu Amerikalı olmayan herkesi deli eden bir uygulama. Belki
de Sırplar kadar gülümsemenin yakışmadığı bir millet yok. Adamlar cool, görünüşlerini anlamsız bir
sırıtışla heba ediyorlar yemin ediyorum.
*
Bugünkü konumuz ise iş
esnasında kokmamamız gerektiği. Hepimizi gerzek yerinde koyup saçma sapan
şeyler yaptırıyorlar. ‘Adult learning’
diye bir hadise var ve yetişkinler eğlenerek öğrenir mantığı altında öğrenmemiz
gereken şeyleri sürekli şaklabanlık yaparak öğreniyoruz. Sürekli ellerimizi,
saçlarımızı ve bedenimizi yıkamamız, dişlerimizi fırçalamamız ve deodorant
kullanmamız gerektiğini anlatan kocaman kağıtlara poster yapıp birinciyi
seçerek öğrendik. Bir tasarımcı olarak tabi ki kolajı bizim grup kazandı,
alkışı aldık, hediye olarak da diş ipi, diş macunu, sabun, deodorant filan…
Ofisteki tuvaletlerin
kapısında “işinize dönmeden önce ellerinizi yıkayın” ve hadi bunu anladım ama
“klozete damlattıysanız silin” yazan uyarı levhaları var, yuh yani! Bu
aktiviteyi çocuk yaşta annemizden öğrenmemiz gerekmiyor muydu?
Michelle de sağ olsun bize da bu
eğitim programında sifonu çektikten sonra tuvalete bakıp dışkılarımızın gidip
gitmediğini kontrol etmemizi, gitmediyse sifonu bir kez daha çekmemiz
gerektiğini öğretti. Kulaklarıma inanamayarak duyduklarımı bire bir defterime
not ediyorum. İşte, Amerika’nın dünyanın diğer yerlerinden gelenlere uyguladığı
eğitim programı. Kendilerine bir şey söylenmeden yapmayan, hiç inisiyatif
almayan, kafa yürütmeyen toplumun eğitim sistemi bu olsa gerek. (Bunlar 10 küsur
sene önceki yorumlarım, bu eğitimlerin nedenini dünyanın başka taraflarında
tuvaleti bile olmayan insanların donlarını indirip sokaklara tren
istasyonlarına yaptıkları yerlere seyahat ettikten sonra bi nebze anladım).
*
Darwin demiş ki, en güçlümüz
aslında “most adaptable to change”
(değişime en uyumlu) olandır. Biz de alışkanlıklarımızı Amerikan sistemine göre
değiştirmeyi öğrenmeliyiz ki burada barınabilelim.
Sınav oluyoruz, en çok puanı ben
topluyorum. Yine alkışlıyorlar. Burada alkış almak çok kolay, ne şakşakçı bi
toplum. Motivasyonun ilk kuralı: alkış.
‘Sırt sağlığı’ filmini de
izliyoruz –tam olarak kaç tane film izledik hatırlamıyorum-. Tabi ardından sırt
filmini izledim diye de imzamızı veriyoruz. Sonradan sırt problemi yaşarsak –ki
yaşadım- şirketi suçlamayalım.
*
Kafayı bir de tacizle
bozmuşlar. Hemen her şeyi önceden şikayet edeceksin ki başına bir şey gelmesin.
Belden aşağı fıkra bile tacize giriyor ve iş arkadaşını mahkemeye
verebiliyorsun. O nedenle tüm iş ilişkileri yüzeysel kalıyor sanırım bu batı
toplumlarında. Ulan bulaşmayayım şimdi şuna yanlış anlar eder filan diye kimse
kimseyle hafta sonu ne yaptığı dışında bir şey konuşmuyor. Bu kadar
kendileriyle ‘samimiyetsiz’ bir toplum görmedim ben. Bu arada tacizleri durdurmak
için de STOP yapılması gerek, not ediyoruz:
Source (kaynak), Target (hedef), Observe
(gözlem), Person in authority (otorite
sahibi kişi)
Bu ilk harf olayı gerçekten inanılır derecelerde
değil. Gerekli gereksiz anlamsız ve önemsiz şeylere dahi kısaltmalar koyuluyor.
Misal Türkiye’de olsak ve Yemek Sonrası Türk Kahvesi içmek istesek YSTK
diyeceğiz. İsimlerini sorunca da önce söyleyip ardından hemen ‘spelling’ e geçiyorlar, fiks.
*
Eğitimler bitti
ve sonunda kimin hangi gemiyle nereye gideceği belli oldu. Yurdumun yaz sıcağından buralara gelirken
arkadaşlarımın “bir de Alaska’ya gidermişin ne komik olurdu hahaha” lafları
kulaklarımda çınlıyor; çünkü Alaska’ya gidiyorum!
Hemen çarşıya çıkıp şimdiden
kazandığım üç beş kuruşu kadife pantolon, polar, yağmurluk eldiven, yün kazak
gibi bilumum kış giysilerine yatırıyorum. Haliyle bavulda sadece iki üç askılı
var, Karayipler’e gideceğim, açık denizlerde Corto’yu bulacağım hayaliyle
konmuş…
Yorumlar