Alaska Juneau
Cruise’da çalışmaya
başlamadan önceki gün
(eski notlardan
derleme / 2004 / gençlik heyecanları)
Alaska’ya uçuyorum.
Her şeyi inanılmaz soğuk içen bir toplumla karşı karşıyayız. Elimdeki kutu
kolayı tutamıyorum; o kadar soğuk ki parmaklarım donuyor. Bir de üstüne üstük
elime ağzına kadar buz dolu bir plastik bardak tutuşturdu hostes. Bardaktaki
buzları nereye atacağımı şaşırdım. Bir elimde kola bir elimde buz dolu bardak
boş boş bakıyorum. Zaten kemerle bağlıyım, bir de pencere kenarındayım. Sonunda
buzları yediğim fıstık çerezinin ambalajına doldurmaya karar verdim. Bu
insanlarda galiba bademcik yok, bildiğin buz içiyorlar.
*
Alaska’nın adını bile
duymadığım bir şehrinin küçük bir otel odasında, tek başıma, uçaktan aşırdığım
polar battaniyeye sarınmış, sıcak kahvemi yudumlayaraktan dışarıdaki ağır
yağmurun dinmesini bekliyorum. Burada ne işim var benim? Neredeyim, ve nereye
gidiyorum?
*
Juneau’dayız. Tatlı
mı tatlı küçük bir liman şehri. Alaska’nın başkenti. Turizmle geçiniyor. Yağmur
başladı mı durmak bilmiyor, gök ağladıkça ağlıyor. Yeryüzü de nasibini alıp
aklanıyor aşağıda. Güneşi görmek pek mümkün değil. Evler inanılmaz şeker ve
sempatik. Herkesin tek katlı rangarenk yeşil, bordo, mavi çatılı evleri var.
Aynı tarz, fakat her biri birbirinden farklı çizgiye sahip. Yine de hepsi bir
örnekmiş gibi duruyor. Binalar arası harmoni bu olsa gerek. Kentin dokusu çok
tutarlı. İnsanda bir bütünlük hissi uyandırıyor Juneau. Her evin önünde renk
renk çiçekler, rüzgar gülleri, saksılar. Binaların tavan yüksekliği biraz
basık, kapılar normal boyutlardan daha küçük. Sokaklarda kaybolmak imkansız,
hepsi düzenle sıralanmış.
*
Burası muhteşem bir
yer: Puslu, sisli, yağmurlu ve bol yeşilli, ormanlık küçük küçücük bir kasaba.
Belçika’nın Oostende’si, Fransa’nın Chamonix’si ya da Endonezya’nın Dieng
Plateau’su gibi. Düşünüyorum da ne çok yer gezmişim, hala da geziyorum. Henüz
25 yaşındayım ve şu an istediğim yerdeyim. Sonunda yıllardır hayalini kurduğum
şeyi yapıyorum: Çalışıyorum ve geziyorum. Bir yandan da kahvemi yudumluyorum.
(Sonradan not: Gerçi
burnumdan fitil fitil gelecek o içtiğim kahveler ama şimdilik bırakalım da
tadını çıkarayım)
*
Artık gemime
yerleşmem gerek. Bir saat kaldı, heyecanlıyım. Bir kart alıp internete girdim
bir kafede. İki dolara portakal suyu içince yirmi dakika internet veriyorlar.
*
Gemiye buradan
bindiğim için Juneau’yu ‘ev liman’ım ilan ediyorum. Zaman ilerledikçe burası
evim gibi olacak. Her haftalık cruise dan sonra gemi tekrar Juneau’ya gelip de
üç saat içinde yolcuların tümünü boşaltıp yerine yenilerini alırken ben sanki
tekrar evime, yuvama dönmüşüm gibi hissedeceğim. Sadece bir gece yattığım bu
kent benim bu uzak diyardaki baba memleketim gibi değerli olacak. Aidiyet her
yerde aranıyor, vazgeçilemiyor. İnsan bunca uzaklarda bile hep bir tanıdıklık
arıyor, bir dala tutunmak istiyor ona geçmişini hatırlatacak. Gemimiz buraya
her yaklaştığında sanki tekrar ait olduğum yere gelmişim ve aileme
kavuşacakmışım gibi hissedeceğim.
*
(Bir başka sefer yine
aynı yerdeyim.)
Öğleden sonramız boş.
Yine yurdum Juneau’dayım. Gemiden çıkıyorum. Pervasızca dolanıyorum
ezberlediğim sokakları. Her geldiğimde bellediğim bir kapuçinocu var oraya
girip her zamankinden alıyorum, ve yine yarım saatlik internet benim.
Arkadaşlara hayatla ilgili mailler atıyorum. Bugün hava güzel, yağmur da yok.
Biraz uzaklara yürüyeyim. Alıp başımı gidiyorum...
Birden çok keskin ve
ne kadar uzaktan olursa olsun işittiğim düdük sesi geliyor. Sanki beynimden
biri kaynar su dolu bir kazan boşaltmışçasına ateş basıyor her yanıma. Saatime
bakıyorum. Gemi kaçta kalkacaktı? Sormadım bile. Hay aksi! Tanrım, böyle bir
aptallığı nasıl yaparım? Gemi beni bekleyecek değil ya. Cebimde yalnız yirmi
dolar var. O kadar! Ne pasaport ne kredi kartı. Hiç birşey. Tek ulaşım aracının
uçak olduğu ulaşılmaz bir bölgedeyim. Dünyanın bir ucu. Yabancıyım. Tekim.
Kimsesizim. Yalnızım. O kadar küçüğüm ki, bu küçücük kasaba bile birden büyüyor
büyüyor ve yutuyor beni. Ağzımda kan tadını hissedene kadar kendimi
parçalarcasına koşuyorum. Düşünmüyorum bile, ne yapacağım. Suya atlayıp yüzecek
miyim? Neden sormadım ki kaçta kalkıyoruz diye? Koşarken çevreme bakınmaya çalışıyorum
acaba tanıdık var mı? Bir kaç bildik yüz görsem anlayacağım ki bu giden bizim
gemi değil. O kadar hızlı koşuyorum ki kimsenin yüzünü seçecek halim yok.
Allahım, noolur benim gemim olmasın. Neden koşuyorum ki? Gittiyse gitti işte.
Bir hafta sonra gelecek. Sen arada ne b.k yiyeceğini düşün. Ne yapabilirsin ki?
Limana vardığımda
bizim geminin olanca sessizliğiyle demir aldığı yerde hiç kıpırtısız durduğunu
görüyorum. Nefesim kesik kesik. Sırtım terden sırılsıklam olmuş durumda. Gemiyi
gördüğüme bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. Yaklaşıp kapıdaki güvenliğe
soruyorum, daha iki saatimiz varmış. Soğuk bir birayı hak ettim...
Yorumlar