Oman Hikayesi Bölüm 1
Uzun
zamandır içimde bir gitme isteği vardı.
Ç. ile ikimizin de işlerinin iyi gitmediği bir dönem, e tabi bir de o dünyayı
keşfetme arzusu yok mu.. İzmir dar gelmeye başlamış, içimde bir kıpırtı, bir
rahatsızlık, bir hareket, bir ayak altı kaşınması, ve durdurulamaz bir gitme
isteği...
Ç. bir Pazar günü
elinde Hürriyet’in IK’sıyla geldi, bak dedi, tasarımcı arıyorlar, nereye dedim,
Umman’a dedi, ora nere dedim, aldım gazeteyi elinden, baktım Umman’daki bir
üniversite tasarım dersi verecek birini arıyor, sonra bir de dünya haritası
aldım Umman’ın yerine baktım. O zamanki iş deneyimime göre iyi de para teklif
ediyorlardı. Özgeçmişimi, belirtilen kişiye yolladım gitti, Nadiralbaluşi.
Bir sıcak yaz
akşamı şahane körfez manzarasına sahip İzmir’in tepelerindeki püfür püfür esen
evimizin balkonunda oturmuş çay içiyordum, bi balkon kalmıştı çünkü oturacak,
evde adım atacak yer yoktu. Nereye gideceğimizi bile bilmeden eşyaları
kutulamaya başlamıştım. Ç. bir kaç ay önce İngiltere’den çalışma vizesi almış, bir
heves Londra’ya yerleşmeyi düşünüyorduk. Oysa ki haftalar önceki yaptığım iş
başvurusunu unutmuştum bile.
Aradan 3 hafta
geçmiş ve Umman’dakiler şimdi benimle telefon görüşmesi yapmak istiyorlardı. Sabahın
altısında telefon çaldı. Bir kaç cümlelik hatır sormadan sonra asıl soruyu patlattı
karşımdaki. Neden buraya gelmek istiyorsunuz? Ülkeniz hakkında pek bir şey
bilmiyorum, ama eşyaları da topladık biliyor musun, bi gidesimiz var diyemedim
tabi, ancak dediğim şeyin de akademik kariyer ile uzakta yakından alakası
yoktu: ‘I like it hot’ dedim adama, ‘sıcak severim’ yerine, cümleyi biraz arsız
bir şekilde ‘ben ateşli/şehvetli severim’ anlamına gelen bir şekilde kurduğumu
sonradan fark ettim. Sabah sabah daha çay içmeden iş görüşmesi yaparsan böyle
olur. Karşımdakinin de çok şükür bu farkı anlayacak İngilizcesi olmadığından,
adam ‘yalnız burası gerçekten çok sıcak’ demekle yetindi. OK dedim, no problem.
O zaman bilebilir miydim ki bu sıcağın ne menem bir şey olduğunu, tiril tiril
kıyafetlerle bile kavrulacağımı, kendi derimi yüzmek isteyecek kadar
bunalacağımı, iliklerime kadar ısınacağımı, hatta vücudumun bu sıcağa alışıp
hızlıca bir araba geçse bile rüzgarında ürperir hale geleceğimi.
Umman’la iş
görüşmesini yapmış, normal hayatıma, eşya toplama işine geri dönmüştüm. Ben kutuların hem üstünü, hem altını, hem de
kenarlarını muntazam bir şekilde koli bandıyla kaplayıp her bir kutunun üzerine
içindekileri yazmakla uğraşırken, Ç. da bir yandan Londra’da ev, iş, sosyal
hayat gibi önemli konularla ilgileniyordu.
Tüm CD
koleksiyonumu da MP3e dönüştürmüş, kapak fotoğraflarını internetten indirmiş ve
ipoduma yüklemiştim. Yazınca iki satırlık bir işmiş gibi görünüyor ama bu iş günlerimi,
hatta haftalarımı aldı.
*
Ve bir gün Nadiralbaluşi’den
haber geldi, tamam biz sizi işe alıyoruz, buyurun bu da paket, inceleyin ve
kontratı imzalayıp gönderin dediler. Haber geldiğinde aylardan Haziran’dı ve
gitme tarihimiz Temmuz olarak belirtilmişti. Ev toparlanmış, halılar
naftalinlenip yuvarlanmış, atılacaklar atılmış, verilecekler verilmiş, ortada
sadece kişisel eşyalarımız kalmış, ailelerimiz şaşkın, bir sonraki hamlemizi
beklerken, İngiltere’nin krizden krize koşması, orada bizi bekleyen bir iş
olmaması ve yağmur, kasvet derken aman şimdi ne gerek var dedik, hazırda iş var
diyerekten güneşli Umman’ı kabul ettik.
Ettik ama
adamlardan ses yok, sürekli bir erteleme, bi erteleme. Arap işi başından belli
oldu, Temmuz oldu Ağustos, Ağustos oldu Eylül, zaten Ramazan geldi, Umman
hepten tatil oldu, herkesin beyni uyuşmuş olmalı ki kimse bizim vize işini bir
türlü halledemedi. Tabi bu zaman zarfında biz Nadiralbaluşi ile mektup arkadaşı
gibi bir şey olduk. Tamam bu hafta oldu olacak, durun, az bekleyin, şimdi
başvurduk, izin çıktı, bakanlıktan haber bekliyoruz, bakanlıktan haber geldi şimdi
imza bekliyoruz, imza atıldı onay bekliyoruz, bir şey kalmadı filan derken aylardan
Ekim oldu. Benim görümce telefon ediyor, ee Albaluşi’den haber var mı diye, yok
diyorum, kayınvalidem soruyor Albaluş kim ayol diye, ailemizin bir parçası oldu
Nadiralbaluşi. Ehhh dedim, yeter, artık bir haftaya kadar ses çıkmazsa, bu
Umman defteri açılmadan kapansın. Sanırım evren sesimi duymuş olmalı ki,
biletlerimizi 10 Ekim’e ayarladılar.
Haliyle, eşyaları
toparlayıp kutuladıktan sonra ortada pek bir şey kalmamıştı. Yeni aldığımız
projeksiyonumuzu da kutulayıp bırakmaya kıyamadık, onu da evcil hayvan misali
yanımıza almayı düşündük. Yeterince film ve dizi depoladıktan sonra tam
projeksiyonu da kat kat havlulara kazaklara sarıp sarmalamış bavula
yerleştiriyordum ki, evde yapacak bir şey yok, uçağa daha 3 gün var, hadi bi
diziye başlayalım dedik: Prison Break. Nereden bilebilirdim ki bu kadar
bulaşıcı olacağını? Bir tane izleyelim derken bir oldu iki, üç, dört, tabi
saatler de aynen ilerliyor, baktık sabah güneş doğacak, dedik n’oluyoruz ya,
kovalayan mı var?
Uzunca bir
tatilden sonra, hayatımızı iki bavula sığıştırdık, koca evin eşyalarını da Ç.ların
eski evinin bir odasına tıkıştırdık, annemize babamıza sarıldık öptük ve uçağa
bindik.
*
Yeni hayatımız bizi,
hepimizi, her şeyi içine alan devasa bir nem bulutuyla karşıladı. Nereye
gidersen git, kaçış olmayan, resmen nefes aldıkça ciğerlerinde su birikmesine
neden olan bu nem bulutunun içinde 3 seneye yakın yaşayacaktık.
Hava alanında
bizi koca göbekli beyaz dişdaşalı bir adam karşıladı, vizelerimizi halletti,
sonra bizi arabaya yerleştirip otele götürdü. Beynim çatlar derecesinde
ağrırken, ben bavulların içinden ilaç arayadurayım, saat olmuş gece yarısı,
sabahın köründe kalkıp bakanlığa gideceğim, Ç. çoktan açmış projeksiyonu otel
odasının duvarına yansıtmış bile. Sabahın sekizinde bizi almaya gelecekler, biz
heyecanla oturmuş Prison Break izliyoruz.
Sabah güzel bir
kahvaltıdan sonra birileri bizi almaya geldi ve Eğitim Bakanlığı’na götürdü.
Tanrım bu ne koku! O lanet ‘frankincense’ kokusuyla işte o sabah tanıştım ve üç
sene boyunca da hiç sevemedim.
Bakanlıkta
sürekli ayrı bir imza için odadan odaya dolanırken artık o koku içimi nasıl
doldurduysa, Umman’daki ilk günümde tüm içimi bakanlığın merdivenlerine
çıkardım. Sonra bana kocaman bir gazete sayfası boyutunda bir kayıt formu
verdiler, sayfayı açınca bir ofis masasını dolduracak büyüklükteki bu kağıdı
doldurmam bir saatimi aldı diyebilirim. Buradaki işler bitince bizi Muscat’tan,
asıl yaşama mekanımız olan Nizwa’ya götürmek üzere bir taksi geldi. Arkamızdan
atlılar kovalıyormuşçasına bir hızla, manyakça sollamalar yapıp makaslar atarak
Nizwa’ya vardık. Daha sonra bu Muscat-Nizwa yolunu çok benzer ve daha da beter
şekillerde onlarca defa yapacaktım.
*
Bu garip macerada
Ç. ile ikiz gibi dolanmaya alıştığımız için, ya da hala kendimizi bir Arap
masalının içinde gördüğümüzden midir nedir, işin ilk günü o da benimle geldi.
Okulun dekanının ofisine girdik. Bizi ortadaki oturma grubuna davet etti.
Oturma grubunun ortasında kocaman bir sehpa, üzerinde hurmalar, su dolu kaplar,
ufak fincanlar ve bir de termos vardı. Adam buyrun buyrun deyince Ç. fincanlardan
birine davrandı, baktı kirli, sağına soluna bakındı sonra yapacak bir şey yok, oradaki
su dolu kaba batırıp yıkadı ve bir kahve koydu kendine. Ben ilgiyle izledim ve hiç
bulaşmadım. Bir tane hurma yiyip yapış yapış olan parmaklarımı kaptaki suya
daldırıp temizlemekle yetindim. Bu kahve-hurma seremonisi bitince, dekan bölüm
başkanı kızı çağırdı. Ve nev-i şahsına münhasır Fahreye yüzündeki ağırlaşmış
makyajı, koca totosu, onu örten tuniği, ve saçının tek telini göstermeyen cart
renkli baş örtüsüyle çıktı geldi. ‘Hello sister’ dedi ve beni okulu gezdirmek
üzere dışarı çıkardı.
Tabi ki ta Ekim’de
gelince, neredeyse dönemin ortası olmuş, sona kalan dona kalır misali, geriye en
sevilmeyen ve kimsenin vermek istemediği zor dersler kalmıştı ve bana düşen de
‘History, Culture and Context’ oldu. Ulan ben tarihten nefret ettiğim için MFci
(Matematik-Fen) oldum, MFci oldum diye mühendisliği kazandım, mühendislikten
nefret ettim diye onu bırakıp tasarımcı oldum, okudukça tasarımdan gına geldi sonra
gittim hoca oldum. Henüz o sıralar hocalıktan nefret etmemiştim; bunun için
beni bekleyen tembel Arap öğrenciler ve koca bir 3 yılım daha vardı.
Bu Fahreye’yle de
az hikayemiz olmadı. Kendisi yüzüme ‘sister siter’ deyip arkamdan çevirmediği
iş kalmadı, gerçi kimsenin arkasından çevirmediği iş kalmamıştı. Ben orada
çalıştığım süre boyunca hep huyuna gittim ve bulaşmamaya çalıştım, çünkü kadın
bildiğin deliydi. Kendisi, yerine başka bir bölüm başkanı getirileceğini öğrendiği
vakit, okul binasındaki odasında kalmayı reddedip, pılını pırtını toplayarak
okulun bahçesinde bir konteynıra yerleşti. Böyle de cins bir arkadaştı. Hatta
yeni gelen bölüm başkanı bile onunla birlikte ders verecek kimseyi bulamadığı
için bana gelip, sen bu kızı iyi idare ediyorsun, ne olur sen versen bu dersi birlikte
demişti. Olur dedim, yolla. Tabi Fahreye tüm ders notlarını ve materyallerini
kendine saklayıp benimle hiç bir şey paylaşmadı, ama bi şekil idare ettik işte.
Yorumlar