hayıtbükünde iki çocuk
Mekan Hayıtbükü. Aylardan Haziran. Günlerden Pazar. Ortam Restoran’ın şahane mezeleri ve koca bir bira bardağı dolusu belki de dünyanın en yoğun ayranından sonra sahildeki kumlara zor atıyorum yorgun bedenimi. Sıcak kum beni içine doğru çekiyor. Kendimi yerçekiminin etkisine bırakıyorum. Artık tamamen ona aitim.
Gözlerim kapalı. Güneş içimi ısıtıyor. Arkadaki ailenin konuşmaları işitiliyor. Sesinden kırklı yaşlarda olduğu anlaşılan bir bey babasıyla konuşuyor:
- Baba! Ölünce cennete gideceğimiz söylenir. Acaba öldük mü?
Şu küçücük Hayıtbükü sahilinde onların da benimle hemfikir olduğunu farketmek yüzüme yapışmış olan gülümsemeyi daha da derinleştiriyor. Gülümseme yüzüme yayıldıkça vücudum da bırakıyor kendini uykunun kollarına...
Aradan ne kadar geçti, bilemiyorum. Önümüzde deniz kenarında oynayan çocuk sesleri ve su tabancalarından sıçrayan suyla uyanıyorum. Beş altı yaşlarında iki çocuk duruyor karşımda; biri sapsarı, biri esmer kara kuru bir çocuk. Sarı olan muhtemelen Hollandalı, elinde plastik bir kabın içinde cips var, diğer çocuğa kendi dilinde bıdır bıdır bıdır birşeyler söylüyor. Esmer çocuk, Türkçe “dur, dur” diyerek diğerine beklemesini söylüyor ve denizde ellerini yıkıyor. Sarı çocuk bekliyor ve yine anlamadığım dilde birşeyler diyerek Türk olana elindeki cips kabını uzatıyor. Esmer çocuk “gidip şişme havuzun orada yiyelim mi” diyor. Sonra ikisi birden yanyana bizden yaklaşık 50 metre uzaklıktaki şişme havuzun dibine oturuyorlar. Uzaktan hala konuşmaları duyuluyor. Birbirlerine anlamadıkları dilde ne anlatıyorlar bilmiyorum, ama anlaştıkları kesin. Plajda ben dahil herkes, çocukların birbirlerinin dilini bilmeseler dahi nasıl da tatlı tatlı iletişim kurduklarına hayran kalıyor ve gülümsemesini eksik etmiyor.
Uzaktan takip ettiğim kadarıyla cipsleri teker teker paylaşarak bitiriyorlar.
Kafam hala sıcak kumların içinde "keşke onlar kadar saf kalabilsek her birimiz" diye düşünüyorum.
Hayıtbükü’nde.
Gözlerim kapalı. Güneş içimi ısıtıyor. Arkadaki ailenin konuşmaları işitiliyor. Sesinden kırklı yaşlarda olduğu anlaşılan bir bey babasıyla konuşuyor:
- Baba! Ölünce cennete gideceğimiz söylenir. Acaba öldük mü?
Şu küçücük Hayıtbükü sahilinde onların da benimle hemfikir olduğunu farketmek yüzüme yapışmış olan gülümsemeyi daha da derinleştiriyor. Gülümseme yüzüme yayıldıkça vücudum da bırakıyor kendini uykunun kollarına...
Aradan ne kadar geçti, bilemiyorum. Önümüzde deniz kenarında oynayan çocuk sesleri ve su tabancalarından sıçrayan suyla uyanıyorum. Beş altı yaşlarında iki çocuk duruyor karşımda; biri sapsarı, biri esmer kara kuru bir çocuk. Sarı olan muhtemelen Hollandalı, elinde plastik bir kabın içinde cips var, diğer çocuğa kendi dilinde bıdır bıdır bıdır birşeyler söylüyor. Esmer çocuk, Türkçe “dur, dur” diyerek diğerine beklemesini söylüyor ve denizde ellerini yıkıyor. Sarı çocuk bekliyor ve yine anlamadığım dilde birşeyler diyerek Türk olana elindeki cips kabını uzatıyor. Esmer çocuk “gidip şişme havuzun orada yiyelim mi” diyor. Sonra ikisi birden yanyana bizden yaklaşık 50 metre uzaklıktaki şişme havuzun dibine oturuyorlar. Uzaktan hala konuşmaları duyuluyor. Birbirlerine anlamadıkları dilde ne anlatıyorlar bilmiyorum, ama anlaştıkları kesin. Plajda ben dahil herkes, çocukların birbirlerinin dilini bilmeseler dahi nasıl da tatlı tatlı iletişim kurduklarına hayran kalıyor ve gülümsemesini eksik etmiyor.
Uzaktan takip ettiğim kadarıyla cipsleri teker teker paylaşarak bitiriyorlar.
Kafam hala sıcak kumların içinde "keşke onlar kadar saf kalabilsek her birimiz" diye düşünüyorum.
Hayıtbükü’nde.
Yorumlar