Sydney Kazan Ben Kepçe 1
Açtım interneti
Sydney’in en iyi kafeleri, en iyi kahvesi kahvaltısı diye arama yaptırdım,
önüme çıkan sitelerden derlediklerimden bir liste yaptım, tek tek geziyorum.
Buyrun:
La Renaissance
Burası hakkında o
kadar çok yorum okudum ki, herkes arka bahçesini öve öve bitirememiş, şöyle
ferah böyle rahat, yazılanları okudukça o bahçe gözümde büyüdü de büyüdü. Sonra
bi gittim cüccük kadar dükkan, siparişi verdim (Zulu Cake ve Latte), arka
bahçeye geçtim. Ama ben zannediyorum ki bahçenin giriş-hol kısmındayım, acaba
nerden asıl bahçeye geçiliyor ona bakınıyorum. Meğer o hol, bahçeymiş, başka bi
yere geçilmiyomuş! Neyse oturdum keyfini çıkardım ben de. İtiraf etmeliyim
pasta harikaydı. Melbourne’deki Leurant’tan sonra burada da benzer tatta bir
pastacı bulmak mutlu etti. Hepsini denemek lazım.
Chinese Garden
Teahouse
Şehrin
hengamesinde gidilebilecek en sakin yerlerden biri sanırım. Ancak burası
Chinese Garden’ın içinde yer aldığından önce bahçeye giriş yapmanız gerekiyor. Belki
de o nedenle baya gizli saklı ve sakin. Ama çaylar birbirinden güzel. Bir
porselen çaydanlık ve ufak porselen bardaklarla geliyor. Çayın aroması
harikaydı. Her seferinde ayrı bir tanesini denemeye karar verdim.
The Grounds of
the City
Burayı
yazmayacaktım, çünkü pek anlatılmaz yaşanır bir mekan. Hani bazen kameranız ne
kadar geniş açı olursa olsun o ortamın hissiyatını yansıtamazsınız ya o kareye,
o hesap. Şık, şirin, loş be güzel. İlk defa bir bar sandalyesinde kahvaltımı
yapıyorum (Strawberry Tarte - Cappuccino). Çalışanların farklı kahverengi
tonlarındaki deri kumaş önlükleri ve ortamın yeşil, bej, kahve rengindeki uyumu
muhteşem. İnsan içeride gündüz olduğunu unutuyor ve başka bir yere ışınlanıyor
sanki. Tatlı da kahve de muazzam. Buraya bir de kokteyl denemeye geleceğim.
Two Chaps
Marrickville’de
bir sokak arasında yer alan bu kafe pek bi popüler. Haftasonu gittiğimiz için
olsa gerek, kapısında bi on beş dakika beklememiz gerekti. Tabi bu bekleyişten
sonra içeri girince ‘bu muymuş yani’ desek de, hipsterlar pek seviyor. Ortam
nasıl desem, böyle sallapatiyle kurgulanmış bir salaşlık arasında bi yerde. Çalışanlar
oldukça enerjik ve mutlu görünüyordu. Yalnız yediğimiz içtiğimiz her şey gayet
güzel ve lezzetliydi (Avocado toast - Poached Egg Ciabatta - Cappuccino). Mahallede olsa düzenli takılacağım
bir yer olurdu muhtemelen, ancak te kalkıp da evden gelecek kadar değil.
Boon Cafe
Burası bir Thai
kafesi, böyle kendi başına bir kafe de değil aslında bir marketin içinde köşede
bir yerde, ama yapılan yorumlar her şeyin çok leziz olduğu üzerineydi.
Üşenmedim gittim. Hadi dedim regular kahve içmeyeyim, madem geldik Thai usulü
bir şeyler deneyeyim, çayların çoğu için ‘sweet tea’ yazıyordu. Ben de sordum
ne kadar sweet? Dediler ki biraz. Ben de dedim ki en az sweet olanı neyse ondan
getirin, tamam dediler Cha Dum Yen o zaman. Yemeklerden de seçtiğime biraz
‘chilli’ dediler, dedim ki mümkün olduğunca az acı olsun, çok acı yiyemem
(Mushroom and Holy Basil Sandwich). Neyse siparişlerim geldi. Çay, hmmm nasıl
desem, böyle hiç lohusa şerbeti içtiniz mi? Tadı çok güzeldir, bi ton güzel
koku gelir ama koca bi su bardağı da içilmez. Verdikleri şey ‘Sweet tea’ değil,
anasını satayım ‘hard core sherbet that knocks you down’ deseler isabet olurmuş!
Hayır tadı çok güzel, ama allahtan normal şekerlisini söylememişim. Sandviçe gelmek istiyorum, yerken telefon
çaldı, açtım ama konuşamıyorum, zira ağzımdan sözcükler yerine ateş fışkırıyor,
bildiğiniz ejderha gibiyim. Bu kadar da uçlara oynanmaz ki! Adamların elinin
ayarı yok belli. Bayağı da lezzetli, gözlerimden yaş gelerek bitirdim. Ancak bu
acıya ne mide, bu tatlıya ne diş dayanır!
Hayatıma yeni
giren bu şehri böyle keşfetmek ne güzelmiş!
Yorumlar