Boodere National Park Avustralya
Boodere National Park, Jervis Bay – 2017
Sadece doğanın sesine uyandığımız, kocaman kocaman ağaçların altında ufak bir çadırda kalıyoruz. Gece zifiri karanlık.
Burası 100 kilometrekare büyüklüğünde kocaman bir yarım
ada, her yeri orman ve sağı solu her bir tarafı değişik sahillerle çevrili. Denizi beyaz incecik kum ve suyu da pırıl pırıl.
Aradaki yollar, patikalar ve çadır yerleri hariç hiç bir yapılaşma yok, kamp
yerindeki tek yapı da tuvaletler ve barbekü alanı zaten.
Bölgede her şey koruma altında,
ama her şey; kangurusundan yılanına, sahildeki kumdan midyeden, her türlü bitkisine varıncaya
kadar. Midye toplayıp götüremiyorsun, bir tohum bile alamıyorsun mekandan, suç! Tabi ki başka bitki ve hayvan da getiremiyorsun. Pek çok kamp yeri ve karavan parkının aksine buraya evcil hayvanınla
gelemiyorsun misal, doğal dengeyi bozuyormuş.
Burası ayrıca özerk bir bölge, hiç bir eyalete ait değil,
Aborjin komünitesine bağlı bir yer.
Zaten girişteki kocaman Aborjin bayrağı hemen dikkati çekiyor.
Adamlar bir Botanik Bahçesi yapmış, öyle Melbourne’deki gibi
temiz temiz derli toplu filan değil ha, bildiğin jungle. Tim Burton filmi
sahneleri gibi, ama gerçek, ürkütüyor.
Zaten her şey o kadar gerçek ki, kamp alanında rahatlıkla dolaşan siyah –altı kırmızı-
zehirli yılanlar, yine zehirli örümcekler, her köşe başında kangurular,
denizde ‘blue bottle’ adlı vurdummu ağlatan deniz analarıyla tam bir vahşi
orman kampı. Sahilde yürürken bir kaç tane köpek balığı yumurtasına denk geliyorum, akşam yemek yaparken
masayı boş bıraktığımız bir an bir possumun salatamıza ortak olduğunu görüyorum, çadırın önündeki bidonumuzdan su doldurmak için elimi uzattığımda üzerime bir kurbağa atlıyor, sabah uyanıp çadırdan bir çıkıyorum etrafımı
onlarca ciyak ciyak öten yeşilli kırmızılı
mavili kuşlar sarıyor, sırnaşıyorlar, kafama konuyorlar… Deniz kenarında güneşlenirken önümüzden yunuslar geçiyor, yan sahile patikadan yürürken göbeği kırmızı bir yılanla (red-bellied black snake) karşılaşıp geri dönüyoruz.
Ufak bir adası var, ama geçemiyorsun, çünkü orası kuşların yavrulama yeri. Kışın balinalar da geçiyormuş, onun için ayrı gelmek gerek.
Güzel, çok güzel, ama nasıl desem bi
vahşi güzel, insanın çeşitliliğe inanası gelmiyor, zaten Boodere, Aborjin dilinde ‘bay
of plenty’ yani bolluk körfezi anlamına geliyormuş.
Son gece, -klasik Avustralya havası- bir anda döndü ve fırtına çıktı, bi rüzgar bi rüzgar, tepemizdeki ağaçlar hışır hışır oradan oraya sallanıyor… derken çaaaaat diye tepeden bir şey düştü, gece karanlık, çadırın içindeyim, göremiyorum, Çağrı dışarıdaydı, bi baksana
buraya birşey düştü dedim, ohaaaa dedi, 3 metre uzunluğunda kolumdan kalın bir
-dal parçası diyemeyeceğim- odun
parçasıymış, çadırın bir metre yanına düşmüş. Tepemize gelse –otuz
metreden düştüğünü varsayarsak- hiç hoş sonuçları olmazdı. Bakıyoruz ki
rüzgar daha da şiddetleniyor,
bir gaza gelmişiz, arabadaki her şeyi tepeleme çadıra yükleyip, arabanın bagajını
yatırarak geceyi arabada geçiriyoruz.
Tabi o vakte kadar örümceğidir, yılanıdır, köpek balığıdır gerginliğimiz son noktasına vurmuş ve ikimiz
birden saydırmaya başladık. Anasını satayım böyle doğa mı olur, Çağrı diyor ki ‘korumuşlar korumuşlar ama biraz fazla korumuşlar
sanki, bu ne arkadaş, böyle yerde çadır yeri mi olur’! Ben çadır tatiline çıktığımız güne lanet okuyorum. Arada Aborjinleri de es geçmiyoruz, tamam siz doğayla uyum içinde yaşamışsınız onbinlerce yıldır da bizim suçumuz ne?
Mavi sabah uyanınca, şaşırıp biz çadırdan buraya 'magic'le mi geldik dedi, yaa dedim evet magic!
Çok hoşuna gitti tabi, bi
daha gelelim buraya dedi. Haa dedim, tabi. Bir yanım gitmek istiyor, bir yanım
geri geri gidiyor.
Jervis Bay de böyle bir yer işte…
Yorumlar