Avustralya’dan Sanat Sepet İşleri
SWAN LAKE
İnsan
imkanı varken hiç bir şeyi ertelememeli. Koca bir ay kalıp da altını üstüne
getirdiğim St Petersburg’da bir baleye gidememiş olmak içime dokunmuştu. Sağ olsun
Rus balesi kalkıp Melbourne’e geldi ve benim de muazzam Palais Theater’da Swan
Lake’i izleme şansım oldu. Kuğu Gölü bir iyi, bir de kötü iki farklı biçimde
bitiyormuş, bilmiyordum: Birinde sevgililer kavuşuyor birinde kavuşamıyormuş. Ama
bu Rus balesinde 1930larda Stalin’in hükmüyle ‘happy ending’le bitmesi kararı
alınmış, o gün bugündür de böyleymiş.
Yine Avustralya’daki
her sanat aktivitesinde olduğu gibi ortalık huzur evi gibiydi. Hatta benim
oturduğum sıradaki bir yaşlı bayan ne doğru düzgün önünü görebiliyor ne de
yürüyebiliyordu. Tek başına da gelmiş garibim. Elinden tutup yürümesine
yardımcı oldum, teyzeyi oturacağı numaraya kadar elden ele taşıdık.
İlk yarıda
gözlerimi açık tutmakta zorlandım. Sıkıcı olduğundan değil, hem müzik hem de
görsel olarak o kadar çok rahatlatıcıydı ki fazlasıyla gevşedim. Parlement
mavisi tonlarında tasarlanmış bir sahne, dumanlar arasında dans eden beyaz
tütülü kuğular... Konu basit, kafa yormuyor. O kadar nefes egzersizi, yoga
yapıyorum, bu kadar rahatlatmıyor, resmen tüm kaslarım gevşedi, izlerken
yanımdaki amca yabancı olmasa kafamı yaslayıp uyuyuverecektim.
Sonra düşündüm
bale neden var? Böyle, havai fişek gösterisi izlemek gibi bir şey aslında
balerinleri izlemek, pırıl pırıl bir dağılıyorlar bir birleşiyorlar, oradan
buraya, buradan oraya... O nedenle de balelerde bence konu basit olmalı. Hatırlıyorum
da, Don Giovanni’ye gitmiştim, kim kimin nesi, kim kime ne yaptı, zaten uzaktan
da kimin hangi karakter olduğunu seçemiyorsun, o karanlıkta bir de konuyu
okumaya çalışıyorsun, hangi birinin ilişkisini takip edeceksin.. O nedenle böyle
konusu insanı yormayan baleler daha bi güzel oluyor.
O beyaz
kuğuların tütüleriyle fıtı-fıtı-fıtı geldikleri sahneler çok şahaneydi mesela.
Kısacası
happy ending bir izlence oldu.
SINGING IN THE RAIN
Singing in The Rain en sevdiğim müzikallerden biridir. Bu
nedenle bunu canlı canlı görecek olmak beni epey heyecanlandırdı. Altı yedi ay
öncesinden bilet almak suretiyle önden ikinci sırada oturmayı başardım. Lakin
ilk üç sıra ‘Splash Zone’ diye geçiyordu. Yani ıslanacağız…
Oyun öncesi her birimize dağıtılan naylon pançoları
giydik ki, ıslanmayalım. Oyuncular iyiydi, müzikler harikaydı, ayrıntılara çok
girmiyorum, dört dörtlük oyundu. Orkestra alışılanın aksine en tepede
balkondaydı, zira aşağı taraf göl oldu.
Filmini izleyenler bilir yağmur bir yağmaya başlar,
durmaz, aynen sahnede de sular bi akmaya başladı durmak bilmedi, sahne zaten bi
10 santim aşağıdaydı, havuz misali. Tüm sahne su doldu, ortalık bi yüzme havuzu
gibi kokmaya başladı, oyuncuların üst baş tabi sırılsıklam.. Arada şapada
şupada tap dance yaparak bizim üzerimize de sıçratmayı ihmal etmediler. Kısacası,
tüm duyulara hitap eden bir oyun oldu diyebilirim.
Bir de en sevdiğim kısım –oyundan ayrı-, sahne aralarında
oradan oraya dekor taşıyan ya da perde aralarında sahnedeki suları
temizleyenler bile oyunun geçtiği zamanlardaki gibi, yani 1930ların tarzında
giyinmişlerdi. Zannedersiniz ki bi anda o yıllara gitmişsiniz, sahne arasında
bile o hava hakimdi.
Yorumlar