Amerikan filmleri gerçekmiş!
16
ağustos 2004 (Amerika öncesi havalimanı)
İstanbul.
Zorluklar ülkesinin en büyük kabus kentindeyim. Hava alanındayım ve bekliyorum.
Biletle ilgili bir sorun var ve bir çözümleme bekliyorum. Ancak, çözeceklerine
daha çok zorluk çıkarmak için çabalıyor gibiler el ele.
Yarın
nerede olacağım, bu çirkin pop müziklerinin yerine ne dinliyor olacağım acaba?
Gidişler ne zor, geride bırakılanlar. İçim buruk, dokunsalar yaşlar akacak
pınarlarımdan. Üşüyorum bu koca İstanbul’da. Bu şehrin bir parçası değilim.
Sadece gelip geçen bir yolcuyum ben. Yolculuğa başlamadan yorgun bir yolcu.
**
Frankfurt
için 216 nolu gişedeyim. İnsanın jetlag olmayacağı varsa da etmek için uçağı
sabahın beşbuçuğuna koyuyorlar ki, uyuyama ve tüm düzenin alt üst olsun.
Yerime
yerleştim. 31F. Hiç heyecan yok, garip, çok garip. Çantayı tepeye koydum, yan
koltuktaki yastığı da kaptım. Yanım galiba boş. Ne güzel, yata yata giderim,
derken... doldu bile. Yaşlı bir adam oturdu. ‘Hayat desteği’ adlı bir kitabın
İngilizcesini okuyor.
Bi
türlü kalkamadık. E hadi ama. Vakit geldi. İki saat sürecek bi yolculuk için ne
büyük seremoni!
Sonunda
yemek geldi. Kızarmış patates ve omlet. Pek iç açıcı olmasa da yiyorum. Bir
güneş doğdu ki, kırmızı bir ateş topu adeta. Denizin ortasından kıpkırmızı fırlayıverdi.
Aşağıda pofidik bulutlar. Uyumam gerek ama koltuğum bozuk; arkaya yatmıyor.
Tuvalete gitmem gerek. Amca hadi kalk...
**
Frankfurt’a
indik. Didik didik kolumuzu bacağımızı, çoraplarımızı, her yerimizi aradılar.
İkinci
uçuş. Direk Miami. Yemekte salçalı makarna, kaşarlı lokum gibi bir tavuk,
portakallı kek, yağımsı bir peynir, kıyılmış salatalık, ananas, az pişmiş
pirinç ve yoğurt karışımı üzerine yarım ceviz kondurulmuş bir tatlı, beyaz
şarap ve ekmek. Geçen seferkine göre bayağı zengin bir menü. Üzerine de tatlı
mı tatlı bir kahve.
**
Ve
sonunda Yeni Dünya’nın en güzide ülkesine ayak basıyorum: Fırsatlar ülkesi (!)
Amerika. Bastığım an adımım yerde kalıyor gerçi; pasaport kontrolü sırasında
gayet kibar bir şekilde buyurun bu taraftan denilerek içinde yaklaşık kırk
kişinin daha bulunduğu camlı bir odaya götürülüyorum. İki saat sırada
bekledikten sonra geldiğim bu odada sonunda oturacak bir yer buluyorum.
Gözlerimi çevremdekilerin bakışlarında gezdiriyorum. Belli ki üçüncü dünya
zavallıları hepsi, ben de dahil. Sorgulanacağız. Tek isteğim var: Su.
‘Cruise’
gemisinde çalışmak için canım yeşil pasaportu iade edip, yerine maviyi alıp bir
de “işçidir” diye damga bastırıp gelmişim buralara. VIP’den geçirmeyecekleri
belliydi. Ne kadar küçük ve zararsız görünsem de bir Asyalıyım neticede, kimim
neyim, belli değil. Gerçi vizemi alabilmek için onları bombalamayacağıma ya da
her hangi bir terör grubuna ait olmadığıma dair imza verdim fakat, bir de
ağzımdan duymak istiyorlar sanırım. Kısaca bu odadaki herkes yüzlerine direk
söylenmese de potansiyel birer terörist.
Damgalar,
damgalar, yine damgalar, kocaman Amerikalılar, sahte gülücükleri, sahte
kibarlıkları fakat içten kabalıkları, burnu büyüklükleri, yasakları, ağızlarında
cak cak sakızlarıyla seni sorguya çekişleri, ırkçılıkları, ve yavşaklıkları…
Filmlerdeki
umursamaz komiserlerin hepsi burada, bu odada toplanmış. Polisler filmlerden
fırlamış gibi. Benimle muhatap olan poliste müstehzi bir gülüş, saçlar arkaya
jöleli, ağızda bir sakız, gevrek gevrek çiğniyor. Nereden geldin, ne amaçla
geldin, nereye gideceksin, ne yapacaksın, ne kadar kalacaksın gibi aslında
kimsenin merak etmediği ve kötü bir niyeti olanın da asla gerçek cevapları
vermeyeceği sorular soruyor. Bir diğer polis de yan tarafta oturuyor,
ayaklarını masasına uzatmış, gevrek gevrek sakız çiğneyenin dediklerini
dinliyor. Yeni parlatılmış pabuçları göz alıyor. Ayakkabılarının tabanı bile
parlıyor adamın. Tıpkı filmlerdeki gibi diye düşünüyorum. Amerika bir film gibi…
Aslında gerçek… Filmler diyorum, Amerikan filmleri aslında gerçekmiş!
İçime
soğuk, dışıma sıcak su gerek. Bu film sahnesinden kurtulur kurtulmaz otele
gidip sıcak bi duş almalıyım.
Susuzluğa
devam...
Damgamı
vurup ‘geeeç’ diyorlar. Artık Yeni Dünyadayım.
**
Bu
yazıyı da Amerika yolculuğu sırasında yanıma aldığım tek kitaptan bir alıntıyla
bitireyim: “Amerikan kenti tam tamına sinemadan kaynaklanmışa benziyor. Gizini
anlayabilmek için kentten ekrana değil, ekrandan kente gitmek gerek”
(Baudrillard’ın ‘Amerika’ kitabından, sayfa 70).
Yorumlar