Les Miserables
Oyun: Les Miserables
Türü: Müzikal
Tarih: 30
Temmuz 2014
Nerden başlasam, nasıl anlatsam? Titizlikle seçilmiş oyuncu kadrosuyla mı, muhteşem sahne efektleriyle mi, şahane ışık sistemiyle mi, tüyler ürpertici korosuyla mı, bilemedim. En iyisi bilet alım süreciyle başlayayım. Sanırım uzun bir hikaye olacak...
Müzikal dünyada 60 milyondan fazla kişi tarafından izlenmiş. Yıllardır
dünyanın her bir yerinde oynuyor. Bu sene de 5 ay boyunca Melbourne’e geldi.
Tabi ki bu fırsatı kaçırmak istemedim, açtım ticketek sitesini
–buraların biletixi- biletler 60 dolardan 150’ye kadar çıkıyor. Bir de
Melbourne’lüler öyle kuru kuruya oyun sevmiyorlar. Çeşitli paketler mevcut.
Misal 380 dolara satılan pakette 2 bilet, 2 kadeh şampanya, 2 dondurma, 2 kutu
çikolata, 2 şişe su ve 1 program kitapçığı var, salona özel kapıdan girmek de imkanlar
dahilinde. Ben tek gideceğim için paket işine girmeyeyim dedim J Burada
sinemada filmini izlerken şarabını içip yemek yemek de pek moda. Her sinemanın
yemekli film paketleri mevcut. At yarışını da yemekli programlarla yiyorlar. Neyse, konumuza dönelim.
Ben çok da
arkalardan ve tepelerden izlemeyeyim diye 100 dolarlık biletlerden aldım, orta
sınıf. :) Hafta içi öğlen saatlerinde daha uygun oluyor, eğer akşam ya da hafta
sonu gidecek olsaydım aynı bilet 130’a çıkıyordu.
Aradan haftalar
geçti ve gün geldi çattı. Her Majestys Theater’a gittim, ay bir de ne göreyim
her taraf saçları ağarmış nineler dedeler, yürüteçle, tekerlekli sandalyeyle,
öyle ölmeden son bir Victor Hugo eseri izleyelim de öyle gidelim bari öte
tarafa der gibi, kol kola girmiş birbirine destek veren bir ton beyaz saçlı
yaşlı insan. Bu ne sanat aşkıdır, ben anlamadım, gözlerim doldu resmen.
Girişte oyunun
kitapçığı satılıyor, baktım herkes alıyor, ben de alayım dedim beş on dolarsa,
baktım 25miş, dedim kalsın, internetten bakarız. Tek o da değil, tişörtü,
anahtarlığı, CDsi, kupası her türlü ‘souvenir’ mevcut.
Geçtim yerime,
erken gelmişim, önlerde bayağı boş yer var, ben hesap yapıyorum ışıklar tam
kapanırken şuradan ön sıraya atlayıverirsem oradan şuraya geçer fırt fırt 10
saniyede G’den C sırasına ulaşırımın hesabını yapadurayım salon doldu, doldu,
bitti, boş yer filan kalmadı.
Oyun başlar
başlamaz içine alıyor insanı. İnanılmaz bir sahne tasarımı var, sahneler acayip
bir hızda değişiyor. Sen daha bir önceki sahneyi alkışlarken hemen yenisiyle
geliveriyorlar. Dekorların sahneye taşınmasını bile oyunun bir parçası haline
getirmişler, misal birileri döndüre döndüre bir yapıyı sahnenin ortasına
taşırken birileri de o sırada ona tırmanıyor. İnsan dekorların kurulumunu ve
toplanmasını algılayamıyor bile. Oyuncular çok yetenekli, sesleri çok güçlü ve
belli ki çok keyif alıyorlar yaptıkları işten.
Her ölüm
sahnesinde bembeyaz güçlü soğuk bir ışık vuruyor ölen üzerine. Ben tabi
sırasıyla Cosette’nin annesi Fantine’nin, barikatlarda vurulan küçük çocuğun,
Eponine’nin ve sonunda Jean Valjean’ın ölümlerinde sular seller gibi ağladım.
Oyunun başından sonuna gözümden şıp şıp yaşlar damladı dersem yeridir.
Yanımdaki çinli kız nefret etti benden, akan sümükleri bekletip bekletip her
alkışta burun çektim hork hork diye.
Hele o
barikatların kuruduğu, o ‘Do you hear the people sing, singing the song of
angry man...’ ın hep bir ağızdan söylendiği, o dumanların arasından ellerinde
kocaman kırmızı bayrağı sallayarak yürüdükleri an yerimden fırlayıp aralarına
Fransız devrimine katılasım geldi.
Bir buçuk saat
geçti, bayılıcam artık, gözlerim şişmiş, içeride hava bitti, bi ara verdiler
sonunda. Ortalığı bir dolaşayım diye çıktım ki anaaam herkes şarap içiyor
gündüz gözüne, yok öyle çay kahve filan, tüm ninelerin elinde bir kadeh. Eh be
dedim bravo. Dondurmalarını da alıp geldiler 2. sahneyi izlemeye.
Arka plan
acayip güzel kullanılmış. Arkaya yansıtılan yavaş devinimli görüntüler ise
güzel bir üç boyut katmış, insan resmen kendini mekanın içinde zannediyor.
En etkilendiğim
sahne ise sona doğru Javert köprüye çıkıyor, aşağı atlayacak, ben acaba iple mi
bağladılar nasıl atlayacak kendini yere nasıl bırakacak diye düşünürken birden
sahne döndü sanki, boyut değiştirdi, ve baktığımız karşı düzlem aşağısı yani
suyun yüzeyi oluverdi, arkaya da nehrin çalkantılı görüntüsü vurdu ve Javert
sanki oraya düşüp suda çırpınıyormuşçasına karanlıklara gömüldü, yok oldu
gitti.
Ne yalan
söyleyeyim iki sene önce filmini izlerken Hugh Jackman’ın hastası olmama,
kendisinin başarılı Volverine karakterinden sonra müthiş bir de sesi olduğuna
tanık olmama rağmen 3 saatlik filmin sonlarına doğru sıkılmıştım. Müzikal
sinemada pek olmuyor mu ne.
Oyunun sonra
sitesine grince gördüm ki öğrencilere yönelik derste öğretmen eşliğinde
işlenebilecek bir eğitim kitapçığı hazırlamışlar, indirilebiliyor. Muhteşem bir
kaynak, içindeki bilgiler, hiç sıkıcı olmayan yazar hayatı özeti, kronolojik
bilgileri geçiyorum, çocuklara sorulan sorular müthiş, en çok hangi karakteri
sevdiniz, o zamanların Paris’inde yaşamak ister miydiniz, sizce Jean Valjean ve
Javert birbirlerinden ne öğrendi, Les Miserables’tan bir karakter olsanız kim
olurdunuz, ışıkların gece ve gündüzü belirtirken kullanımı nasıldı, vb...
sorular. 13 yaş grubu için sorulara bakın. Yok öyle yaz tatiline gidin, 500
sayfalık kitabı okuyun, özetini çıkarın, hayattan da Victor Hugo’dan da nefret
edin, gelin.
Türkiye’ye
gelir mi orasından şüpheliyim ama dünyanın bir yerinde denk gelirseniz paraya
kıyın izleyin derim.
Ha bir de tabi
ki Melbournelülerin Les Miserables'i LesMis diye kısaltmalarını da unutmamak
lazım.
Yorumlar