KURU KURU
N. Amca’yla
Datça’da bir gün batımı Şubat 2005 © Yasemin Tekmen Tarihin sessizliğinde
kalmış bir köye götürüyor bizi araba. Kenara yaklaşıp duruyor, iniyorum.
Havanın sıcak olmasına aldırmayıp koluma montumu da sıkıştırıyorum; Datça
burası belli mi olur. Deli rüzgar alır götürür, alimallah; üşümeyelim. Bir kaç
dakika yürüyoruz patikadan, derken şirince bir eve varıyoruz. Orada, saçları
beyaz, yılların sesini yıpratıp da endamına dokunamadığı yaşlıca bir amca
karşılıyor bizi. Güleryüzüyle ‘hoşgeldiniz çocuklar’ diyor. Hoş bulduk N. Amca,
diyoruz. Yanımızda bir de yabancı arkadaş var, Kanadalı, ona da ‘welcome’
diyor. Şaşırıyor bizimki. Daha gençler bile bilmezken ingilizceyi bu amcanın
ona, onun anlayacağı dilden hitap etmesi hoşuna gidiyor, ona karşılık için
bizimkisi de Türkçe ‘hoş bulduk’ diyor dilini döndüremediği şivesiyle. Malum,
Datça turistik yer, herkes çat pat dil biliyor diye düşünürken N. Amca birden
şakır şakır ingilizce şakımaya başlıyor. Okulda mı öğrendin diye soruyorum.
Yoo, diyor, ‘hadi hadi, bırakın beni, size de birer kadeh getireyim de
tokuşturalım. Tek başıma içmeyeyim!’ Boş kadehler geliyor, N. Amca elinde
şişesi dolduruyor; kızarıyor kadehlerimiz. Hadi, diyor, kaldırın. ‘Çek
maşallah’ diyor bizim Kanadalı. Hoşuna gidiyor N. amca’nın, Datça’lı olmuşsun
sen artık, diyor. Bahçedeyiz. Doğaya genel bir sessizlik hakim. Denize doğru
uzanan yeşilliğe bakıyorum. Kocaman bir portakal ağacı, nasıl da parıldıyor
turuncu toparlaklar. Kimse de toplamamış, dibi top top portakallarla dolu.
Şarabımı yudumluyorum. Alaz alaz yanıyor yanaklarım. Bizi buraya getiren diğer
arkadaş da N. Amca’nın akrabası, bizim tanışmamıza vesile olan kişi. Ona
anlatıyor N. Amca: ‘dün gece maillerime bakayım dedim, bizim İsviçrelilerden
cevap gelmiş, çok mutlu oldum, Amerikalılar da laptop için gereken RAM’i oradan
yolluyorlarmış sağolsunlar…’. N. Amca sen bu yaşta şu sakincecik köyde RAM
nedir, webcam nedir nereden biliyorsun, asıl önemlisi bunları neden biliyorsun?
‘Geç kaldım, kızım çok geç’ diyor dokunaklı sesiyle, içleniyor. Tevazu kokan bu
ses, ‘yıllarımı boşa harcamışım’ diye de ekliyor. Bunu diyen adam, haftada on
kitap okuyor, her gün sağdan soldan / eşten dosttan / kahvedeki arkadaşlardan /
köylülerden bilgi toparlıyor, derliyor, içine kendi mizacının kelimelerini de
katıp harmanlayarak nükteli küçük öyküler yaratıyor. Onları başka dillere
çeviriyor. Ve hala ‘geç kaldım gençler, geç’ diyor, ‘sizin gibi yaşamak
isterdim’. Eyvah! Topu bize atıyor. Kafama bir ağırlık basıyor sanki. Şarabın
da etkisi olsa gerek. Düşünüyorum. Ben nasıl bir hayat yaşıyorum ki, benim gibi
yaşamak istermiş N. Amca? Mutlu muyum, hayata hakkını veriyor muyum, yeteri
kadar üretiyor muyum? Peki ben yaşlandığımda ne diyeceğim torunlarıma? Nelere
geç kaldığımı fark edeceğim? Hepimizin ömrü geç kalmalarla geçmiyor mu ki? Her
kendini bilen insan, hep bir şeylere geç kaldığını, daha pişmediğini,
olmadığını, daha çok okuması / görmesi / gezmesi / yazması / çizmesi /
öğrenmesi / deneyimlemesi gerektiği şeyler olduğunu düşünür. O yüzden değil
midir ki tevazuya yansıyan güvensizliğimiz / cesaretsizliğimiz? Kendini
bilmeyen adamsa kimden korkup çekinecek ki? Kendi yarımkalmışlığının farkında
olmadan, ‘cahil cesareti’ ilerleyecek. Çok düşünüp takmamak gerek belki de
böyle şeylere. Şu turuncumsu gün batımında şarap içip keyif almak gerek
güzellikten. Gün batımına tanık olmak, onunla beraber demlenip, onunla beraber
kararmak gerek. Belki de N. Amca bu yarım adanın hikayelerini, gizli kalmış
öykülerini ortaya çıkarmaya yeltenmeden önce daha huzurlu bir adamdı.
Öğrendikçe eksildiğini farketti. Gezip gördükçe, yeni öykülerin peşi sıra iz
sürdükçe, dünyadaki varlığının ne kadar küçük olduğunu hissetti, daha hiç bir
şey görmemiş olduğunu, hiçbir şey bilmediğini anladı. Her yeni bilgiyle biraz
daha azaldığını hissetti, geçirdiği yıllar bir kayıp gibi göründü gözüne. ‘Çok
daldık maziye’ diyor N. Amca, ‘bir şişe daha açayım mı?’ Kırmızı şarabı da bir
türlü sevemedim, mideme dokunuyor kör olasıca, ama oyunbozanlık yapmak
istemiyorum. Muhabbet o kadar güzel ki. Kaç tane böyle bir yetmişlik çınar
çıkar da bizim gibi yirmilik körpelerle oturup muhabbetlerine ortak olur ki? N.
Amca bu. Oluyor işte. Bu minvalde geçiyor saatler. Gök pembeden kızıla,
kızıldan mora, mordan karaya doğru renk renk ilerliyor, akşam çöküyor köyün
sessiz güzelliğine. N. Amca ifşa edercesine fısıldıyor: ‘Bu köyde kimse
konuşmaz, anneler çocuklarına bile bağırmaz burada’. Kendimi ta uzaklarda
parıldayan maviliğe odaklıyorum, bulutlar geçiyor beynimden renk renk, sonra
şarap karışıyor bulutlara, kızarıyor. Akşamüstü şarabının kızıllığında, en
güzel yunan şarkılarını dinliyoruz köyde. Derken ezan okunuyor. N. Amca yabancı
arkadaşa dönüyor ve anlatıyor: ‘Biz burda ezanı da severiz, şarabı da’. Biz de
seni severiz N. Amca. O kadar şenleniyor ki, vuruyor kadehlerimize, fakat
içinde tek bir ukte: ‘Yahu, şarapları da kuru kuru içtik be!’ İşte o an kanım
daha da ısınıyor N. Amca’ya. Rahmetli dedem geliyor aklıma; bu koşut iki hayat
çizgisindeki tek kesişim eve gelen misafire / arkadaşa / eşe / dosta bir türlü
yeterli ikramda bulunamamanın verdiği iç rahatsızlık belki de. Sen bize
dünyaları sundun o akşam N. Amca. Şarapla ve akşamüstüyle ve sessizlikle ve
huzurla ve senin hikayelerinle demlendik. Ama tutup dedin ki, ‘bu kuru kuruya
olmadı böyle, bir daha şöyle büyük bir sofra kuralım’. Sevgili N. Amca, hiç
üzülme ki hiç bir şeyin kuru kuru değil senin. Çünkü sen yüreğinle doldurmayı
bilenlerdensin.
Yorumlar