Bardak Dolu Boş Meselesi
29 Mayıs 2011 - Muscat
32 yaşındayım. Pek çok yerde yaşadım. Dünyanın pek çok yerini gezdim gördüm. Ve bugün sabah evden işe gelirken arabada bir gerçeği fark ettim: Hayat aslında iyi ya da kötü değil, mutlu ya da mutsuz değiliz, tamamiyle hayata bakış açımızla ilgili bir durum bu. Çok klişe olacak ama gerçekten de bardağın dolu ya da boş tarafını görmekle ilgili. Çünkü bugün farkettim ki bardak hep yarı yarıya, hep de öyle olacak.
Gelin beraber bende bu aydınlanmaya doğru giden yolda başımdan geçenlere ya da hayatımdan geçip gidenlere bir bakalım. Ankara’da mutlu bir evin mutlu tek bir çocuğu olarak büyüdüm, ne büyük sıkıntılarım ne de büyük heyecanlarım oldu, sıradan bir hayattı benimkisi, kendi iç dinamikleri olan, bir gün gülen bir gün ağlayan bir çocuktum, öyle de büyüdüm. Kısacası normaldim işte. Hayata karşı büyük karamsarlıklarım ya da Polyanna mutluluklarım yoktu.
Hayatımın ilk derin mutsuzu üniversitede karşıma çıktı: ne yazık ki aşık olduğum insan. Onun mutsuzluğuna mı kapıldım, hayata olan tersten bakış açısına mı bilmem ama, güllük gülistanlık bir bahar gününü bile saçmasapan incir çekirdeğini doldurmayacak mevzular yüzünden hem kendisine hem de çevresindekilere zehir eden bir insandı, ya da onun o dönemine denk gelme şanssızlığını yaşadım. Hatta bir keresinde bana benim hayata mutlak bakış açımın ‘high’ bir kafa yapısında olduğunu söylemişti. O ancak kafası yüksekken benim gibi hissedebiliyormuş. Bunu duyduğumda ona acımıştım. Tabi gel zaman git zaman benim de o pembe gözlüklerimin rengi değişti ve ben de karamsarlar grubunun bir üyesi oldum. Zaman zaman kendime yukarıdan bakma fırsatım olsa da yine de insan bir mutsuzluk girdabının içine kapılınca nereye gittiğini kendi de farkedemiyor.
Bir başka anım ise dayımla, Datçadayız, Ankara sonrası ilk gün, yani özel bir gün. Datçaya kavuşmuşum, hava şerbet gibi, sessizlik, dinginlik, müthiş bir huzur. Dayımla birlikte sahildeki yoldan limana doğru yürüyoruz. Dayım tüm yol boyu söylenip küfretti, yolun kenarındaki elektrik direklerinin hepsi yere yıkılmış, lambaları ise parçalanmıştı, bunu yapanlara, vandalizme küfrediyor, buna engel olamayan mercilere sataşıyor… Dedim ki dayıcım ne garip değil mi, ikimiz de aynı yere bakıyoruz ama sen öndeki lambalara takıldın kaldın, haklısın büyük bir vandalizm ve aşağılık bir durum bu ancak arkadaki denizin güzelliğine baksana, masmavi bir Akdeniz, arkasında yeşil adalar, gökyüzü desen yumuşacık öylesine huzurlu ve sessiz ki… İki insan aynı yere bile baksa hep farklı şeyleri görüyor ve bizi mutlu ya da mutsuz yapan ya da hayatımızı iyi ya da kötü yapan diyelim, aslında hep gördüğümüz şeyler. Hangisini görüyorsun, parmağının ucunu mu, parmağınla gösterdiğin Ay’ı mı, sana bağlı.
Başka bir gün hayatımın tatili diyebileceğim Endonezya’da arkadaşlarımla birlikteyim. Herşey, herkes, doğa, günler, geceler kısacası herşey muhteşem, ve bir gün eşyalarımızın bulunduğu eve hırsız giriyor; fotoğraf makinem ve o güne kadar satın aldığım bir ton ıvır zıvır çalınıyor, tabi acayip üzülüyorum, ağlıyorum. Arkadaşlarımdan biri bu halime şaşırıyor ve niye ağlıyorsun ki diye soruyor. Bense onun bu vurdumduymazlığına şaşırıyorum. Ardından diyor ki, ağlayacak ne var, sadece eşyalarını aldılar, yaşadıkların hala sende, onları kimse alamaz. Haklı. Hayata nasıl bu kadar pozitif bakabildiğine inanamıyorum, hatta bu pozitifliği beni sinir bile ediyor ve ağlamaya devam ediyorum.
Bu arkadaşla yıllar sonra bir anım daha var, onun hayata bakış açısı değişmemiş ancak benim kötümser düşüncelerim artık yavaş yavaş iyimserliğe adım atıyor. Hatırlamıyorum günlerden ne, bir kaç sene önce, dediler ki bugün özel bir gün, kozmik bir şey işte ne olduğunu hatırlamıyorum, güzel şeyler dileyin, iyi şeyler olacak, bu gün ortamda çok fazla enerji var, reiki için çok uygun bir gün vs. vs.. tabi benim bu ruhani olayları taktığım yok. İş yerindeyim, merdivenlerden aşağı koşar adım inerken ayağımı burkuyor ve düşüyorum, yürüyecek gibi değilim, odama kadar taşıyorlar. O gün de şans eseri bu arkadaş bizim iş yerinde, ona küfrediyorum yine, ulan hani bugün enerji vardı da iyi şeyler olacaktı, anasını satayım tüm kötü enerji bende patladı ayağım burkuldu şu halime bak diyorum. Bana diyor ki, belki de bugün iyi enerji olduğu için ayağın sadece burkuldu ve kırılmadı. Keşke dedim ben de hayata bu bakış açısıyla bakabilsem, ne güzel, benim neden aklıma gelmiyor belki de ruhani güçlerin beni gerçekten koruduğu ve ayağım kırılmadığı ve koltuk değneklerine muhtaç olmadığım. Ucundan Polyanna’ya dokunuverelim dedim.
Bu yolda bana eşlik eden bir başka insan ise sevgili kocam. Kendisi ne ruhani bir insan, ne de bardağın dolu kısmını görmek için kendini zorlayan biri. Daha ilk günden beri hayatıma hep iyimserlik, sakinlik ve sabır zerkediyor. İzmir’de belediye otobüsü geciktiği için beklemekten sinir krizlerine girdiğim zaman halime çok şaşırmış ve demişti ki, sen kendini üzsen de üzmesen de, bu kadar hırpalasan da hırpalamasan da o otobüs yine geç gelecek, senin ruh halin otobüsün geldiği zamanı değiştirmeyecek. Tak kulağına bir kulaklık, müzik dinle. Haklıydı, ben ne kadar sinir olsam da o sinir bana geri dönüyordu. Onun yıllardır iyimserliği sayesinde hayat biraz çekilir geliyor bana da. Tabi ki asla onun kadar sakin, vurdumduymaz olamıyorum ama artık Ummandaki rehavetin ve tembelliğin de sonucu olarak süpermarkette, bankada ya da herhangi bir yerde sıralarda beklemekten filan gocunmuyorum. O vakitleri kayıp değil, kendi kendime hayal dünyasında geçirdiğim vakitler olarak görüyorum, belki de tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bak misali bir durumdayım ancak o laf bile gerçek. Artık yapacak bir şey yok, çaren yok ve duruma maruz kalacaksan eğer direnip de daha fazla kendini hırpalamanın alemi yok.
Tabi, bardaktaki doluluğu –bazen bardak gerçekten boş bile olsa- görmeyi ise ortağımın annesi, yoga hocamdan öğreniyorum. Parasızlık ve işsizlikten şikayet ederken bana, bolluk ve bereket içindeyim diye tekrar edip durmamı söyleyen oydu. Ne yalan söyliyim manyak bu hatun demişliğim var. Bardak boşsa boştur arkadaş, ancak sen gönlünü zengin tutacaksın ki zenginlik gelsin seni bulsun demişti. Yılmadım, söylediklerini yaptım, inandım, kendimi inandırmaya çalıştım derken birkaç sene sonra güzel bir iş, güzel bir çocuk, güzel bir ev beni buldu. İlk başta yaptığım belki kendini kandırmaktı ancak bazı şeyler en inanılmayacak zamanda bile ancak inandığın zaman gerçekleşiyor, bunu anladım. Ki ben bunu çok zaman öncesinden biliyordum zaten, insan zamanla unutuyor. Bu yazı böyle kafayı sıyırık yogiklerin Cem Yılmaz’ın taklidini yaptığı gibi mutluluk içimizde, sevgi içimizdesine bezedi ama aslında onlar da hep hayata bakış açısına bağlı. Mutluluk da mutsuzluk da içimizde, doğru, başka bir yerde değil ki, mutluluk somut bir şey değil ki gidip satın alasın. Onu içinden tutup çekmek marifet. Ben zaten mutluluğun da peşinde değilim. Bardaktaki doluluğu da boşluğu da görebilsem yeter bana, sadece birinden birini görmek değil. Boş tarafı gören mutsuz da sırf doluyu görmek de manyaklık bence.
Gelelim sabahki aydınlanmanın nedenine. Geçenlerde buraya yeni taşınan Türk bir çiftle tanıştık, geldikleri için pişmanlar, mutsuzlar, geri dönmek istiyorlar, uzatmayayım. Kız hamile ve aynı hastanede benim doğumumu yapan aynı doktora gidiyor. Ben hem hastanemden hem de doktorumdan acayip memnunum. Normal doğum diyorum, tabi ki diyor, her gittiğmde gereksiz yere ultrasona sokmuyor, hastane temiz vs. her türlü tetkiki yapıyorlar. Ancak hatun burada kriz geçirmiş, doktordan nefret etmiş, hiç bir şekilde güvenmemiş, hastaneden hiç memnun kalmamış vs. vs. vs. ve geri Türkiye’ye dönmüş. Hizmet aynı hizmet, doktor aynı doktor. Tek fark bakış açısı. Bunu sabah yolda önümdeki arabayı sollarken arkama hem tepedeki hem de yan aynadan ayrı ayrı baktığım an farkettim. Çünkü arkadaki aynı araba, birinde var diğerinde yoktu.
32 yaşındayım. Pek çok yerde yaşadım. Dünyanın pek çok yerini gezdim gördüm. Ve bugün sabah evden işe gelirken arabada bir gerçeği fark ettim: Hayat aslında iyi ya da kötü değil, mutlu ya da mutsuz değiliz, tamamiyle hayata bakış açımızla ilgili bir durum bu. Çok klişe olacak ama gerçekten de bardağın dolu ya da boş tarafını görmekle ilgili. Çünkü bugün farkettim ki bardak hep yarı yarıya, hep de öyle olacak.
Gelin beraber bende bu aydınlanmaya doğru giden yolda başımdan geçenlere ya da hayatımdan geçip gidenlere bir bakalım. Ankara’da mutlu bir evin mutlu tek bir çocuğu olarak büyüdüm, ne büyük sıkıntılarım ne de büyük heyecanlarım oldu, sıradan bir hayattı benimkisi, kendi iç dinamikleri olan, bir gün gülen bir gün ağlayan bir çocuktum, öyle de büyüdüm. Kısacası normaldim işte. Hayata karşı büyük karamsarlıklarım ya da Polyanna mutluluklarım yoktu.
Hayatımın ilk derin mutsuzu üniversitede karşıma çıktı: ne yazık ki aşık olduğum insan. Onun mutsuzluğuna mı kapıldım, hayata olan tersten bakış açısına mı bilmem ama, güllük gülistanlık bir bahar gününü bile saçmasapan incir çekirdeğini doldurmayacak mevzular yüzünden hem kendisine hem de çevresindekilere zehir eden bir insandı, ya da onun o dönemine denk gelme şanssızlığını yaşadım. Hatta bir keresinde bana benim hayata mutlak bakış açımın ‘high’ bir kafa yapısında olduğunu söylemişti. O ancak kafası yüksekken benim gibi hissedebiliyormuş. Bunu duyduğumda ona acımıştım. Tabi gel zaman git zaman benim de o pembe gözlüklerimin rengi değişti ve ben de karamsarlar grubunun bir üyesi oldum. Zaman zaman kendime yukarıdan bakma fırsatım olsa da yine de insan bir mutsuzluk girdabının içine kapılınca nereye gittiğini kendi de farkedemiyor.
Bir başka anım ise dayımla, Datçadayız, Ankara sonrası ilk gün, yani özel bir gün. Datçaya kavuşmuşum, hava şerbet gibi, sessizlik, dinginlik, müthiş bir huzur. Dayımla birlikte sahildeki yoldan limana doğru yürüyoruz. Dayım tüm yol boyu söylenip küfretti, yolun kenarındaki elektrik direklerinin hepsi yere yıkılmış, lambaları ise parçalanmıştı, bunu yapanlara, vandalizme küfrediyor, buna engel olamayan mercilere sataşıyor… Dedim ki dayıcım ne garip değil mi, ikimiz de aynı yere bakıyoruz ama sen öndeki lambalara takıldın kaldın, haklısın büyük bir vandalizm ve aşağılık bir durum bu ancak arkadaki denizin güzelliğine baksana, masmavi bir Akdeniz, arkasında yeşil adalar, gökyüzü desen yumuşacık öylesine huzurlu ve sessiz ki… İki insan aynı yere bile baksa hep farklı şeyleri görüyor ve bizi mutlu ya da mutsuz yapan ya da hayatımızı iyi ya da kötü yapan diyelim, aslında hep gördüğümüz şeyler. Hangisini görüyorsun, parmağının ucunu mu, parmağınla gösterdiğin Ay’ı mı, sana bağlı.
Başka bir gün hayatımın tatili diyebileceğim Endonezya’da arkadaşlarımla birlikteyim. Herşey, herkes, doğa, günler, geceler kısacası herşey muhteşem, ve bir gün eşyalarımızın bulunduğu eve hırsız giriyor; fotoğraf makinem ve o güne kadar satın aldığım bir ton ıvır zıvır çalınıyor, tabi acayip üzülüyorum, ağlıyorum. Arkadaşlarımdan biri bu halime şaşırıyor ve niye ağlıyorsun ki diye soruyor. Bense onun bu vurdumduymazlığına şaşırıyorum. Ardından diyor ki, ağlayacak ne var, sadece eşyalarını aldılar, yaşadıkların hala sende, onları kimse alamaz. Haklı. Hayata nasıl bu kadar pozitif bakabildiğine inanamıyorum, hatta bu pozitifliği beni sinir bile ediyor ve ağlamaya devam ediyorum.
Bu arkadaşla yıllar sonra bir anım daha var, onun hayata bakış açısı değişmemiş ancak benim kötümser düşüncelerim artık yavaş yavaş iyimserliğe adım atıyor. Hatırlamıyorum günlerden ne, bir kaç sene önce, dediler ki bugün özel bir gün, kozmik bir şey işte ne olduğunu hatırlamıyorum, güzel şeyler dileyin, iyi şeyler olacak, bu gün ortamda çok fazla enerji var, reiki için çok uygun bir gün vs. vs.. tabi benim bu ruhani olayları taktığım yok. İş yerindeyim, merdivenlerden aşağı koşar adım inerken ayağımı burkuyor ve düşüyorum, yürüyecek gibi değilim, odama kadar taşıyorlar. O gün de şans eseri bu arkadaş bizim iş yerinde, ona küfrediyorum yine, ulan hani bugün enerji vardı da iyi şeyler olacaktı, anasını satayım tüm kötü enerji bende patladı ayağım burkuldu şu halime bak diyorum. Bana diyor ki, belki de bugün iyi enerji olduğu için ayağın sadece burkuldu ve kırılmadı. Keşke dedim ben de hayata bu bakış açısıyla bakabilsem, ne güzel, benim neden aklıma gelmiyor belki de ruhani güçlerin beni gerçekten koruduğu ve ayağım kırılmadığı ve koltuk değneklerine muhtaç olmadığım. Ucundan Polyanna’ya dokunuverelim dedim.
Bu yolda bana eşlik eden bir başka insan ise sevgili kocam. Kendisi ne ruhani bir insan, ne de bardağın dolu kısmını görmek için kendini zorlayan biri. Daha ilk günden beri hayatıma hep iyimserlik, sakinlik ve sabır zerkediyor. İzmir’de belediye otobüsü geciktiği için beklemekten sinir krizlerine girdiğim zaman halime çok şaşırmış ve demişti ki, sen kendini üzsen de üzmesen de, bu kadar hırpalasan da hırpalamasan da o otobüs yine geç gelecek, senin ruh halin otobüsün geldiği zamanı değiştirmeyecek. Tak kulağına bir kulaklık, müzik dinle. Haklıydı, ben ne kadar sinir olsam da o sinir bana geri dönüyordu. Onun yıllardır iyimserliği sayesinde hayat biraz çekilir geliyor bana da. Tabi ki asla onun kadar sakin, vurdumduymaz olamıyorum ama artık Ummandaki rehavetin ve tembelliğin de sonucu olarak süpermarkette, bankada ya da herhangi bir yerde sıralarda beklemekten filan gocunmuyorum. O vakitleri kayıp değil, kendi kendime hayal dünyasında geçirdiğim vakitler olarak görüyorum, belki de tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bak misali bir durumdayım ancak o laf bile gerçek. Artık yapacak bir şey yok, çaren yok ve duruma maruz kalacaksan eğer direnip de daha fazla kendini hırpalamanın alemi yok.
Tabi, bardaktaki doluluğu –bazen bardak gerçekten boş bile olsa- görmeyi ise ortağımın annesi, yoga hocamdan öğreniyorum. Parasızlık ve işsizlikten şikayet ederken bana, bolluk ve bereket içindeyim diye tekrar edip durmamı söyleyen oydu. Ne yalan söyliyim manyak bu hatun demişliğim var. Bardak boşsa boştur arkadaş, ancak sen gönlünü zengin tutacaksın ki zenginlik gelsin seni bulsun demişti. Yılmadım, söylediklerini yaptım, inandım, kendimi inandırmaya çalıştım derken birkaç sene sonra güzel bir iş, güzel bir çocuk, güzel bir ev beni buldu. İlk başta yaptığım belki kendini kandırmaktı ancak bazı şeyler en inanılmayacak zamanda bile ancak inandığın zaman gerçekleşiyor, bunu anladım. Ki ben bunu çok zaman öncesinden biliyordum zaten, insan zamanla unutuyor. Bu yazı böyle kafayı sıyırık yogiklerin Cem Yılmaz’ın taklidini yaptığı gibi mutluluk içimizde, sevgi içimizdesine bezedi ama aslında onlar da hep hayata bakış açısına bağlı. Mutluluk da mutsuzluk da içimizde, doğru, başka bir yerde değil ki, mutluluk somut bir şey değil ki gidip satın alasın. Onu içinden tutup çekmek marifet. Ben zaten mutluluğun da peşinde değilim. Bardaktaki doluluğu da boşluğu da görebilsem yeter bana, sadece birinden birini görmek değil. Boş tarafı gören mutsuz da sırf doluyu görmek de manyaklık bence.
Gelelim sabahki aydınlanmanın nedenine. Geçenlerde buraya yeni taşınan Türk bir çiftle tanıştık, geldikleri için pişmanlar, mutsuzlar, geri dönmek istiyorlar, uzatmayayım. Kız hamile ve aynı hastanede benim doğumumu yapan aynı doktora gidiyor. Ben hem hastanemden hem de doktorumdan acayip memnunum. Normal doğum diyorum, tabi ki diyor, her gittiğmde gereksiz yere ultrasona sokmuyor, hastane temiz vs. her türlü tetkiki yapıyorlar. Ancak hatun burada kriz geçirmiş, doktordan nefret etmiş, hiç bir şekilde güvenmemiş, hastaneden hiç memnun kalmamış vs. vs. vs. ve geri Türkiye’ye dönmüş. Hizmet aynı hizmet, doktor aynı doktor. Tek fark bakış açısı. Bunu sabah yolda önümdeki arabayı sollarken arkama hem tepedeki hem de yan aynadan ayrı ayrı baktığım an farkettim. Çünkü arkadaki aynı araba, birinde var diğerinde yoktu.
Yorumlar