Ben Börülce. Akademisyenim, tasarımcıyım. Son dört senedir oğlum ve eşimle birlikte Avustralya'da yaşıyorum. Gezmeyi tozmayı, Akdeniz'i ve yazıp çizmeyi çok seviyorum. Bu blogda seyahatlerden expat yaşamına, günlük saçmasapan ayrıntılardan eğitime uzanan yazılarımı bulacaksınız...
Bebeğin ismi konusunda Çağrı’yla uzun zamandır atışıyoruz. Henüz bir karara bağlayamamakla beraber oldukça zıt fifkirlere sahibiz. Şöyle ki; Ben ilk başta kız olursa BADEM, erkek olursa CEVİZ olsun dedim. Neymiş, BADEM pavyoncu adı gibiymiş. CEVİZ’e çetin ceviz kırıldın mı diye, BADEM’e de gel seni badem ezmesi yapayım diye dalga geçerlermiş, çocukların bunalımlı bir çocukluk mu geçirmelerini istiyormuşum… İsim konusunda Çağrı yeteri kadar çekmiş, hala da çekiyor aslında zavallı. Zaten ‘Çağrı Aracı’ olarak başlı başına komik olan bir de ingilizcenin tanımadığı Ç, yumuşak G ve I harflerine sahip olmak işini iyiyce zorlaştırmış. Telefonda söylemesi ya da bir yere adını yazdırması gerekiyorsa adını KAGRİ’ya çeviriyor. Kagri nedir yahu! Ben yine şanslıyım. Enternasyonel sularda adımı sahne ismim (!) olan YASMİN’e çevirdim mi işim kolay. Bu ejnebiler de bir tuhaf! Yasemin deyince hiç anlamıyorlar, Yasmin diyince ‘oo how nice’ ! Sonuçta biz çocuğun da bizim gibi bir dünya insanı (!) olac
Bebek büyüyor, günler geçiyor. Annem diyor ki ‘hele bir kırkı çıksın da biz de Türkiye’ye dönelim artık’, kayınvalide Türkiye’den telefon açıyor ‘nasıl kırklayacağınızı biliyor musunuz, 40 taş toplayacaksınız…’. Merak ettim. Nedir bu ‘kırk çıkarmak’ ya da ‘kırklamak’? Türk Dil Kurumundaki açıklamaya göre ‘kırkı çıkmak’, doğumdan ve ölümden sonra kırk gün geçirmek, ‘kırklamak’ ise loğusa veya yeni doğmuş bebek için kırk günü doldurmak veya doğumdan kırk gün sonra bebeği törenle yıkamak anlamına geliyor. Eskiden yeni doğan bebekler nazardan korunmak ve sağlık nedenleriyle kırk gün sonra dışarıya çıkarılırmış. Ölünün ardından tutulan yas ise kırk gün sonra okunan mevlüt ile son bulurmuş. Kırk nasıl çıkarılır? Kırklama adı verilen bu aktivite loğusa ve çocuğa ‘kırklar basmasın’ diye tüm akrabaların toplandığı bir seremoni şeklinde yapılır, kırk çakıl taşı alınıp kırklama suyu hazırlanır, bebekle anne bu suyla yıkanır, yıkandıkları suyun içine altın, gümüş, nazarlık atılır -bereketli
Dakka başı neden kendimi dişçide buluyorum? Buralara yaz geldi, ama tuhaf bir yaz, bi gün hava 30 derece, ertesi gün 15. Geldiğimden beri 2 dişim kırıldı, kesin bu saçma hava değişimine yoruyorum ben, metal dolgular bi genleşiyor bi daralıyor sonra dişi patlatıyor. Bu teorimi dişçi arkadaşa anlattım, yazık kız bozuntuya vermedi, ‘hmm olabilir’ dedi ama benim bu efsane bilimsel çıkarımıma bi tarafıyla güldüğünden eminim. Neden mi hippi gibi giyiniyorum? Yaz geldi gelmesine ama insan bi rahatlayamıyor ki, böyle yaz yağmuru filan da olmuyor tatlı tatlı, bi anda buz kesiyor hava. Ya, insan bi gün içinde klimanın hem ısıtma hem soğutmasını kullanır mı? Ne giyeceğimi şaşırdım artık. Hippiler gibi giyiniyorum, ayakta sandalet içine çorap (gülmeyin) -gün içinde çıkabilir-, etek var ama altında –ne olur ne olmaz- bi tayt, illaki boyunda bi fular, üst üste alt alta bi ton giysi, rengarenk. Neden Avustralya hiçbir yere benzemiyor? Bi yere benzemiy
Avustralya’ya ilk geldiğimde beni şaşırtan Melbourne gerçekleri Neden, neden, biri bana açıklasın, neden? Tamam anladık, ülkecek yalın ayak gezmeyi çok seviyorsunuz. Alışveriş merkezlerinde, şehrin göbeğinde yollarda, parklarda, hatta ormanlarda bile, ama n’olur umumi tuvaletlere de yalın ayak girmeyin be kardeşim. Evet, çok güzel, enerjimizi atıyoruz, topraklanıyoruz, her şeye OK. Tamam, yüzme havuzunun tuvaletlerine de giriyorsunuz yalın ayak, hadi onu da anladım, havuz mavuz, ama şehrin göbeğindeki devlet kütüphanesinin tuvaletinde de yalın ayak olmaz ki! Böyle Nepal’de Hindistan’da çok görmüştüm yalınayak gezen sarışın conileri, meğer Aussie’ymiş hepsi! Her şeye yavaş yavaş alıştım da Avustralya’nın bu yalın ayak gezme meselesini bi türlü anlayamadım, hani kültür şoku diyorlar ya, bu da benim şokum. Oha herkes mi bağımlı? Beni ilk çarpan şeylerden biri de şehrin her yerinde, umumi tuvaletlerden mahalle kütüphanelerine kadar her yerin tuvaletinde şırınga atmak için a
İnsan kendi kültürü dahilinde yaşadığında diğer insanları ayırt ederken içselleştirdiği bazı kodları kullanır farkında olmadan. Misal bizim toplumda, yumurta topuklar, pala bıyıklar, göbeği kemerinin üzerine düşmüşler, kaşı delikler, platin sarısı çakma sarışınlar, tişörtü kotun içine sokanlar, gömleğin yaka düğmelerini açık bırakanlar, hermes çanta takanlar… hepsi kişinin ait olduğu / inandığı / sosyal / kültürel / politik yapının getirdiği somutlaşmış estetik kodlardır. Kişinin şivesi, kelimeleri yuvarlama şekli, araya farklı ekler sıkıştırması, vurgusu ise nereden geldiğinin, nereli olduğunun duyusal kanıtıdır. Arabesk dinleyen, Türkçe pop dinleyen, metal dinleyen her bir kişi birbirinden farklıdır. Ancak farklı bir kültüre, farklı bir dilin içine girdiğiniz zaman sanki herkes aynı gibi gelmeye başlar size. Bu Avrupa’ya da gitseniz, Asya’ya Uzak Doğu’ya da gitseniz -eğer orada sadece bir ziyaretçiyseniz- aynıdır. Onlar sanki hep bir karaktersizdir fark ettiyseniz, kişiliksiz, sade
Melbourne’de haftasonu şehirden şöyle en fazla bir saat uzaklıkta açık havada güzel bir gün geçirmek istiyorsanız en güzel yerlerden biri ‘Yarra Valley’. Burası şarap bağlarının olduğu bölge. Biz bi tanesine gidip çöreklenmek yerine ‘winery hopping’ yapmayı seviyoruz. Uğradığımız yerlerden kısa kısa bahsedecek olursak: Yering Station – Çok popüler mekan, ayaküstü uğranabilir. Bir kaç tadım yapmak için ideal, meraklıysanız adaml ar uzun uzun anlatıyorlar. Tarrawarra Estate – Mimarisi çok güzel ama içerisi çok boğuk. Sakın tadım filan yapmayın, zira insanı aşağılayan ‘sommelier’ler var, o şarap ondan sonra içilir mi filan diye seni azarlıyorlar. E amcacım belli ki bilmiyoruz, bilsek içmezdik zaten. Bahçesi çok güzel, bi şişe şarap alıp bahçesinde karabiberlerin altında manzaraya karşı içmek en güzeli. Şarap içmeyecekseniz kahve de var. Çok huzurlu bir yer. Kellybrook Winery – Ufak ama güzel bir yer, kış için içeride şömine var, bahçesi hoş, kocaman ağaçlı bir yer. Şarap tadımı 5,
Bir Türk olarak geldiğim bu Batılı ülkede yaşamanın verdiği streslerden biri de eve tesisatçı, emlakçı vs. gibi bulunduğunuz ülkenin bi takım ‘ayakkabı çıkarma alışkanlığı olmayan’ zatları geleceği vakit ‘üff şimdi ayakkabılarla içeri dalmak isteyecekler’ napıcam sıkıntısı. Bazıları bu Batılı yaşam tarzına ayak uyduruyor takmıyor artık, ancak biz alışmışız, hala çıkarıyoruz. Hele evde bi de çocuk olunca… Kapıya gelenlere ayakkabı çıkarttırarak hem oryantal görünmek istemez, hem de eviniz temiz kalsın istersiniz. Aslında siz de artık ayakkabılarınızı giydikten sonra içeride telefon filan unuttuğunuz vakit, annenizin temiz evinde yaptığınız gibi dizlerinizin üstünde sürünerek girmiyor, kendi kendinize kaçamak, ayakkabılarla parmak ucunda ya da topuk üstünde ‘hemen bi girip çıkıyorsunuzdur’. Ama elin adamı kırk beş numaralı koca ayakkabılarıyla da lap lap girsin istemezsiniz. Dedim ya, adam gelmeden stresi başlar. Bu sabah internetçi gelecekti. Sabahın yedisinde kapıyı çaldı ve ‘
Biri ‘Avustralya Göçmenlik’i mi dedi? Göçmenlik başvurusunu merak edenler vardır. Her göçmen bloggerın yaptığı gibi bu tecrübeyi illa bi paylaşmak lazım. Şöyle anlatayım. Göçmenlik başvurusu tam anlamıyla çok bilinmeyenli bir denklem! x’ler, y’ler, z’ler havada uçuşuyor… Bizim hikayemizi başından anlatmaya ne benim dilim varır, ne yüreğim kaldırır, ne de sizin zamanınız yeter. Çok kısaca özetleyecek olursam, başvuru için basit bir puan sistemi var. Bu puanları yaş, İngilizce dili seviyesi, eğitim ve iş deneyimi gibi şeylerle topluyorsunuz. Vizenin tek çeşidi de yok. Kırsal kesimde yaşamayı kabul edersen, Avustralya’da eğitim aldıysan, eş durumundan ya da bir eyaletten sponsorluk aldıysan da ek puan alıp ilerlemek mümkün. Strateji oyunu gibi. Yeteri puanı tamamladın mı başvuruya hak kazanıyorsun. Lakin o iş o kadar da kolay değil. Zira bazı puanlar zaman içinde değişkenlik gösteriyor. Şöyle ki, Ç.’nın İngilizce seviyesinden ‘0’ yerine ‘10’ puan alabilmesi için IELTS neticesini bir puan
Geride kalanlar kusura bakmasın ama, o nasıl bir iki aydı öyle? (15 Haziran-15 Ağustos 2017) Türkiye'ye gittiğimde tam dizilerin bitiş sezonuydu, herkesin birkaç dizisi var malum, millet ordaki olaylardan karakterlerden bahsediyor, tabi sohbete ortak olamıyorsunuz böyle takip etmeyince de. Nasıl güzel mi ben de izleyeyim mi diye sorunca da, aman aman yok, hiç güzel değil, klasik Türk dizisi, biz başladık bi kere izliyoruz işte yanıtı geliyor. Gündemi en meşgul eden şey ana muhalefet partisinin liderliğini geçtim, yetmişine merdiven dayamış, çok da sportifliğiyle ünlü olmayan bir beyefendinin ‘adalet’ için şehirler arası yürüyor olmasıydı. Artık ülkede adalet nerede nasıl kaybedildiyse, yollarda aranıyordu siz düşünün. Bu iki ayda neler olmadı! Geldiğimin birkaç gün sonrasında, çocuklar havuzda boğuluyor diye havuza bir baba ve oğlu atladı ve hepten hepsini elektrik akımından kaybettik. Aradan birkaç gün geçmedi ki, bir kadın foseptik çukuruna düştü, ardından onu ku
1. Bölüm: Bir zaman Sabahın serinliğinde, çimlerdeki buz tutmuş bir çiğ tanesiyim ben. Gökyüzünden buraya düşene dek oluştu bedenim. Eskiden kocaman, mavi -ama hiçbir insanoğlunun tanımlayamayacağı güzellikte bir mavi-, masmavi bir bulutun parçasıydım. Anne bulutun milyonlarca yavrusundan biriydim ben de. Anne bulut bir gün güneşe gider ve şahane bir kırmızı şarap alır ondan; içenlerin içini güneş gibi ısıtan, yanaklarını pembeleştiren ve tüm güzellikleri, çirkinlikleri aydınlatan, yani tüm gerçekleri gözler önüne seren bir şarap. Kırmızı şarap aslında güneşin bir parçasıdır; her gün damla damla hayatımıza yayılan, fazlası başımızı döndüren, tüm saklanmışlıkları ortaya çıkaran, karanlıkları aydınlatan. Anne bulut bu şarabı içmek için gün ışığının kaybolmasını bekledi. Saklandıkları yerden ortaya çıkanların tekrar karanlığa gömülmesini ve şehre puslu soğuk havanın inmesini bekledi. Yorganının altına girdi ve sabırla gizemin evrenin her zerresine sinmesini izledi. Hani insan nasıl gün
Yorumlar