Kayıtlar

Ağustos, 2007 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

sırasızlık

Ankara'dan sonra İzmir'de beni en çok şaşırtan (çekmece dolap atkı kazak dolu, bekle bekle "kış"ın gelmemesi dışında) otobüs duraklarında sıraya girmesini beceremeyen (ya da böyle bir şeyi hiç düşünmeyen, sıraya girmek nedir bilmeyen ya da belki hayatında hiç sıraya girmemiş) halk oldu. Her şehrin kendine özgü insan yapısı vardır. Sustum, saygı gösterdim. İttirildim, savruldum, yanımdaki zor yürüyen yaşlı teyzeye yol verdim, bir adım geride durdum diye küfür bile yedim, İzmir'li bayanlarca otobüsün kapısının önünde manken gibi dikilmemem gerektiği, açıkgöz olmam ve otobüse çevik bir hareketle atlamam gerektiği hususunda uyarıldım. Artık ittirip kaktırıyorum, kolumu güruhun arasına sokuyor, insan topluluğunu yarıyor ve kendi küçük bedenime bir yer açarak binebiliyorum otobüslere. Alışmış olmam, bu durumu kabullenmemi gerektirmiyor neticede. Hala merak ediyorum: İzmir'li neden sıraya giremiyor?

daha çok beklersiniz

mesai sonrası, eve dönüş yolunda "gelmeyen belediye otobüsleri" maratonuna katılmış, koşturuyorum. alsancak'tan eve dönüşün iki yolu var. ya otuz kırk dakika bekleyecek ve yaklaşık kırk elli dakika süren "işkence" bir otobüs yolculuğu yapacağım elli kuruşa üzerinde olimpiyatlardan bir görünütü olan kentkartımla ya da oniki dakikada kapımdayım onsekiz yetele'ye taksiyle. bu "güzel" izmir'de "gelmeyen belediye otobüsleri" dışında bir ulaşım yok çünkü üçkuyular taraflarına. ne vapur, ne dolmuş, ne özel otobüs, ne çift katlılar ne de metro... güzide şehir izmir halkının çoğu bilir, alsancak-üçkuyular hattının vazgeçilmez otobüsüdür 169. gelin görün ki, bunca talebe rağmen sabah öğle akşam balık istifidir 169. özellikle de yaz aylarında, izmir halkım sıkışıklıktan terlerinin birbirine karışmasının verdiği samimiyetle elele, gözgöze, dizdize toplu bir cinnete girer 169'larda. varsa yoksa gürültü kirliliği eski püskü belediye otobüsleri

Küçük kız ve Bük

Kadın başını yanında uyuyan sevgilisine dayadı ve karşısında uzanan koca maviliği içine çekti, ayakları çakılların üzerinde, denize doğru açılmış eteğinin kenarından bacaklarını yalayan dalgaların taşkın köpüklerine anlattı tüm bildiklerini Bunlar, dedi Bunlar artık benim işime yaramayacak güzel bük. Tüm bildiklerimi al ve bana kendi bildiklerini ver. Aşık olduğum sen misin yoksa memleketin güzelliği mi? Sıradan bir yarımadada, küçük bir kız; koşup oynuyor kendince. Saçları iki yandan örülü, yüreği taşıyamayacağı kadar ağır coşkuyla dolu, koşturup duruyor yarımadanın sokaklarında. Çocuk işte; bazen düşürüyor yüreğini toprağa, canı yanıyor, iki ağlıyor, sonra bıraktığı yerden tekrar devam ediyor koşturmasına. Toprak yolları, çakılları, kurbağaları, Sahile vuran mideyeleri, deniz sonrası kirpiklerde biriken tuzu, Pembe beyaz begonvilleri Rüzgarı, rüzgarı, rüzgarı, Kafada saç bırakmayan lodosu, İnsanı dirilten buzdan bozma denizi, Küçücük limanı, Tekneleri, Birbirinden ş

Turuncu Balık

1. Bölüm: Bir zaman Sabahın serinliğinde, çimlerdeki buz tutmuş bir çiğ tanesiyim ben. Gökyüzünden buraya düşene dek oluştu bedenim. Eskiden kocaman, mavi -ama hiçbir insanoğlunun tanımlayamayacağı güzellikte bir mavi-, masmavi bir bulutun parçasıydım. Anne bulutun milyonlarca yavrusundan biriydim ben de. Anne bulut bir gün güneşe gider ve şahane bir kırmızı şarap alır ondan; içenlerin içini güneş gibi ısıtan, yanaklarını pembeleştiren ve tüm güzellikleri, çirkinlikleri aydınlatan, yani tüm gerçekleri gözler önüne seren bir şarap. Kırmızı şarap aslında güneşin bir parçasıdır; her gün damla damla hayatımıza yayılan, fazlası başımızı döndüren, tüm saklanmışlıkları ortaya çıkaran, karanlıkları aydınlatan. Anne bulut bu şarabı içmek için gün ışığının kaybolmasını bekledi. Saklandıkları yerden ortaya çıkanların tekrar karanlığa gömülmesini ve şehre puslu soğuk havanın inmesini bekledi. Yorganının altına girdi ve sabırla gizemin evrenin her zerresine sinmesini izledi. Hani insan nasıl gün