Oman Hikayesi Bölüm 2

Okuldaki odam giriş katta, zaten bina iki katlı, bina da diyemem, ortası boş, yani yağmur yağsa odanın girişine yağacak. Odaya geçiyorum, çok enternasyonaliz,  Mısırlı Maria, Hint Haşiş, ne konuştuğu hiç anlaşılmayan bir Malezyalı, bir de ben. Ha bir de odada masası sandalyesi olmamasına rağmen odada bizden çok vakit geçiren Hint Mancu.

Odamda oturuyorum, tanrım, yine bu koku, kesif kesif geliyor. Pencereyi açıyorum gitmiyor. Kokunun nereden geldiğine bakmak için dışarı çıkıyorum, yan odada yangın var sanırım, her yer dumanaltı, panikle burnumu kapatıp yan odaya bakıyorum, dumanların arasında masasında huşuyla oturan çekik gözlü bir kız var, odayı gözlerimle tarıyorum ve işte köşede frankincense yanıyor. Bunun kokusu daha bir başka, daha güçlü, daha keskin, kelimeler kifayetsiz kalır bu kokuyu tarif etmek için, boğulacak gibi oluyorum. O koku partikülleri sanki havadaki zerreciklere tutunmuş ve bırakmıyor, gitmiyor bir türlü. Koku dediğin şey uçar gider buhar olur, yok, bu bildiğin katı bir şey, görünmüyor, ama orada. Baktım bu çekik gözlü her gün yakıyor bu zıkkımı, gittim artık üçüncü gün dedim ki ben buna dayanamıyorum, kapat kapını, içeride ne yapıyorsan yap, nefes alamıyorum.

Daha Fahreye’nin bölüm başkanı olduğu dönemdeyiz. Bana verdikleri dersin notlarından bi bok anlamadığım için oturup kendi programımı yaptım ve ilk ders öğrencilerle paylaştım. Tabi ki olay hemen duyuldu ve aman efendim bunu nasıl yaparmışım, bana verilen ders programına uymak zorundaymışım, başka bir şey anlatamazmışım, ben ne bileyim, kimse bana bir şey demedi ki. Bana verilen ders notu dedikleri şeyler, birbiriyle tarihsel ya da kavramsal hiç bir bağlantısı olmayan bir takım konuların Wikipedia’dan copy-paste edilerek hazırlanmış ders notları idi. Neresinden tutsam elimde kalacak bir şey.

Şimdi burada şunu anlatmakta fayda var. Umman bu sistemi milyonlar ödeyerek Yeni Zelanda’dan alıyor ve kendi ülkesine entegre ediyor. Ülke çapında toplamda altı tane olan bu kolejlerdeki tüm dersler aynı şekilde veriliyor, aynı şeyler anlatılıyor ve sınav merkezden geliyor. Her dersin bir sorumlusu oluyor ve sen hiç bir şeyi bırak değiştirmek, sorgulayamıyorsun bile. O kadar çarpık bir sistem ki dersin sorumlusu kim bilir hangi şehirde, email atıp bi soru sorsan, zaten Wikipedia’dan ders notu hazırlayan birinden ne kalitede bir cevap bekleyeceksin ki, hadi diyorsun, lanet olsun, bari ben oturup kendim anlaşılır bir içerik hazırlayayım, ona da izin yokmuş meğer. Fahreye şöyle buyuruyor: Sakın şikayet etme. Şimdi sen bu dersi olduğu gibi vermezsen ya da veremeyeceğini söylersen seni bir şekilde işten çıkarırlar, sınıfa git ve elindeki notları oku. Sanırım çekeceğim çilem varmış. İmla hatalarının bile aynı şekilde copy-paste edildiği bu notları, tüm öğrencileri sıkıntıdan uyutmak pahasına bir dönem boyunca okudum. Ne öğrenciler bir şey anladı, ne de ben. Dönem sonunda sınavlar geldi, soruları sınava kadar göremedim bile.

Sadece tarih dersi olsa iyi, bir de ‘Pictorial Drawing’ dersi vermişler. İnsan çizecekler. Kaş çizemem, göz çizemem, ben size nasıl portre çizdireyim, zaten birbirinizin suratına bakmanız yasak, nereye bakıp da çizeceksiniz. Sonradan öğrendim ki zaten fotoğraftan çizeceklermiş. Başladık eskizlere. Baktım program insan bedeninin oranları diyor. İndirdim internetten Leonardo da Vinci’nin Vitruvius adamını, sonra da birer çizgi kadın ve erkek bedeni resmi indirdim, çoğalttım dağıttım sınıfa. Herkes bi yutkundu, kimseden ses çıkmıyor, dağıttığım şey insan vücudu fotoğrafı falan değil ha, kalemle çizilmiş vücut hatları, gölgelendirilmemiş bile, basit çocuk çizimi gibi. Neyse erkeklerden biri cesaretini toplayıp yanıma geldi, Miss dedi, biz bunu çizemeyiz, niye dedim, çok ayıp dedi, kadın vücudu var burada. Haa dedim jeton düştü. Kızlar kız vücudunu, erkekler erkek vücudunu çizsin hadi bakalım dedim, yine bi cıkcıkladılar ama başladılar çalışmaya. Aradan bir saat geçtikten sonra fark ettim ki dağıttığım fotokopilerin üzerindeki kıza bikini, erkeğe de şort giydirmişler. Tabi ki uyarı gecikmedi. Dekan bölüm başkanını arayıp densiz hocalarınızdan biri vücut resmi dağıtıyormuş, öğrencilerimiz çok mahcup, lütfen uyaralım demiş. Bölüm başkanından toplu mail geldi. Odadaki beş kişi hepimiz de boş boş oturup çok meşgulmüşüz gibi göstermeye çalıştığımızdan hepimizin mailboxuna aynı anda düşen maile Maria bi kahkaha patlattı, kim yaptı bunu acaba diye, dedim sanırım benim çizimler neden oldu, çıktıyı gösterdim. Maria bi kahkaha daha patlattı, dedi kızım deli misin sen, burası Umman. İyi ki kolların uzunluğunun insan boyuna oranıydı, kareydi, çemberdi, geometriydi derken o t.şaklı fotoğrafı göstermedin dedi, ve ben utangaç utangaç ‘onu da yaptım galiba’ deyince artık odadakiler olayın ciddiyetinden gülemediler bile.

Tabi ki 2. dönem Fahreye’nin başkanlığı bitip de yerine yenisi gelince anında adamın odasına damlayıp bakın dedim ben çok çektim, tarih dersi falan veremem, bana fotoğraf dersini verin diyerek tüm programımı fotoğrafla doldurdum, okulun stüdyosuna da çöktüm. O da ayrı bir mevzu oldu ya, oraya da geleceğiz.

*

Bu arada biz Nizwa’ya geldik, okul bizi 3 günlüğüne otele yerleştirdi, sonra da ev bulur çıkarsınız dedi, iyi güzel de ev yok ki. Ben zaten tüm gün okuldayım, ev de bakamıyorum. Oteli iki hafta uzattık, ev bakalım diye. Emlakçı yok, galerilere gidip sorun dediler. Höynk dedik, ne galerisi. Nizwa avuç içi kadar bir şehir olmasına karşın her yer kocaman kocaman araba galerileriyle dolu. Sanırım hayatımın hiç bir döneminde Toyota senin Ford benim, Nissan senin, Alfa Romeo benim galerileri gezip, hurma yiyip, kahvelerinden içip, oturup gıcır gıcır arabaları deneyip arada da ‘biz de ev bakıyoruz, bildiğiniz kiralık bir ev var mı acaba’ diye soramam. Şaka maka bu galericilerin birinin emlak işiyle uğraşan bir tanıdığı varmış. Bir kaç ev gösterdi beğenmedik. Baktık zaman geçiyor, ev mev yok, adam yine aradı, yeni bir ev boşaldı sizi götüreyim dedi. Ev nerde dedik, Fırq’ta dedi. Fırq denen yer aslında bir kavşak. Nizwa ise Fırq’ın aşağısı yukarısı ötesi berisi diye bölünmüş, her şey ona göre tarif ediliyor. Sonunda kötünün iyisi diyebileceğimiz bu evi beğendik.

Evimiz yolun bitip dağın başladığı yerde. Adresi de yok. Evin adresi ne diyoruz, okul soruyor, banka soruyor, bi adres veremek gerek, Fırq yazın yeter diyorlar. Binanın önüne kadar gelen çift şeritli asfalt yol, evden 10 metre daha ilerleyince bitiyor ve bildiğin dağın yamacı başlıyor. Üç koca odamız, üç de koca banyomuz var. Diğer iki odayı iptal edip kapılarını kapattık. Bu ülkede kalıp kalmayacağımız belli olmadığı için hiç bir şey da alamıyoruz. Kocaman bir king size yatak, bir ufak buzdolabı bir de üstten atmalı çamaşır makinesi aldık –o rezil makineyi çok şükür ki iki ay kullanıp sattım- hala neden üstten atmalı makine üretilir ki!

Evi temizlettiğini iddia eden emlakçıya çıldırmış olmalısın diyerek telefon açtık. Bizden öncekiler Filipinliydi. Şimdi Filipinli erkeklere laf etmek istemem ama mutfakta tavan bile yemek lekesi olur mu arkadaş ya, ocağın olduğu duvarı varın siz düşünün. Temizlikçi olarak iki bıdık Hintli ellerinde sanayi tipi fırçalarla geldi, ayakkabılarıyla mutfağın tezgahına çıktılar ve araba yıkar gibi fırçalarla duvarı köpürte köpürte bir güzel yıkadılar. Ben hayatımda böyle vahşi ev temizliği görmedim. Onlar gittikten sonra temizliğe karşı olan kocam yüzüne maske takıp bi sefer de o tüm mutfağı baştan sona cifledi, tavanlara kadar. Tencere tencere su boşalttı duvarlardan aşağı. Allahtan mutfağın zemininde ızgara vardı da oraya süpürdük suları. Duvar temizlenince gerisinde problem yoktu zaten. Hemen projeksiyonu nereye kuralım onun hesabını yaptık.

Evin bir odasına yerleştik iyi güzel de, evin duvarında kocaman bir delik var, eski tip klima yeri var, ama klima yok. O koca deliği de kapamak, pencere koymak ya da bir klima alıp takmak gibi bir zahmete girmemişler. Eh dedik bu ne? Hava çok sıcak değil zaten sorun olmaz, bu mevsimde sivrisinek de pek yok dediler. Lan duvarda 130 kiloluk bir adamın geçeceği kadar koca bir delikten bahsediyoruz, ne sineği! Ç. dedim git bir şey bul gel, haa oldu dedi, ferforje yaptırayım istersen. Gitmiş naylonla koli bantı almış gelmiş. Ben Ç.nın omzuna çıktım, hani şu eskiden defter kapladığımız naylonlar yok muydu, onlarla bir güzel kapladım deliği. Kuş muş girmesin en azından.

Akşam oldu. Çarşıdan da kabak çekirdeği almışız dizi izlerken çitleyelim diye. Amanın bu ne, çekirdek değil tuz kütleciği sanki. Çekirdekleri tuz kütlelerinden arındırıp yıkayıp kuruttum, ancak öyle yiyebildik. Tam yatağımıza yerleşmişiz, kocaman duvarımıza Prison Break’i yansıtmışız, yorgunuz ama mutluyuz, hiç beklenmedik ziyaretçilerimiz oldu. Tüm gün boyunca tepelerine onca deterjanı yiyene kadar mutlu mesut mutfak ızgarasında yaşayan hamam böcekleri rahatsız olmuş olmalı ki, birer ikişer bizi ziyarete gelmeye başladılar. Ben açıkçası mutfağa gitmeye korktum, Ç. gitti baktı, Raid’i boca ettim dedi, çıktı geldi. Atom bombasına dayanmış bu yaratıklar, senin iki gram gazınla mı boğulacak. Baktık yine geliyorlar, koli bantı yine imdadımıza yetişti. Yerdeki ızgaranın üzerine de koli bantını bi güzel yapıştırıp dizimize devam ettik. O dizi izlenecek! Prison Breakler olmasa Nizwa geçmezdi sayın seyirciler ve biz çoktaaan dönmüş olurduk.

Yorumlar

En çok okunanlar

Isim Konusu

KIRKINI ÇIKARDINIZ MI?

Melbourne Gerçekleri Volume 1

Melbourne Gerçekleri Volume 2

Kültürel Kodlar

Yarra Valley Wineries / Şarabımızı nerde tatsak?

Ayakkabılarınızı mı çıkarırsınız, galoş mu alırsınız?

AVUSTRALYA GÖÇMENLIK BASVURUSU

Türkiye Tatili Sonrası Avustralya’ya Dönüş

Turuncu Balık